ABD seçimleri öncesinde kaleme aldığım bir yazıda, bu seçimin uluslararası sistem açısından ne anlama geldiğini irdelemiştim. Yaklaşık olarak Bush yönetiminin son yılından itibaren uluslararası ilişkilerde yeni bir tartışmaya tanık oluyoruz: "ABD'nin gerileyişi" ve bunun uluslararası sisteme muhtemel yansımaları. Irak Savaşı ve Lehman Brothers'ın iflası sonrasında ABD'de patlak veren ekonomik kriz kimilerince, uluslararası sistemdeki "tek kutupluluk" döneminin sonu olarak kabul ediliyor. Tabii bu, ABD'nin gücünün ve olayları etkileme kapasitesinin ilk kez sorgulanışı değil. Vietnam Savaşı ve Watergate Skandalı, hatta Sovyetler Birliği'nin uzaya ilk kez insan göndermesi sonrasında ABD'nin gerileyişine dair birtakım tartışmalar yapılmıştı. Ancak Bush döneminin sonları ve Obama'nın başkanlığının ilk yıllarından itibaren bu tartışma hararetlendi. Artık gündemde sadece ABD'nin nispi güç dengesindeki ekonomik ve siyasi gücünün göreceli gerileyişi yoktu. "ABD'nin gerileyişinin" muhtemel göstergeleri olarak altyapı, eğitim, yenilikçilik alanındaki yavaşlama ve hatta popüler kültür bile kanıt olarak gösteriliyordu. Bu gerileme aynı zamanda, uluslararası sistemde ciddi bir değişim anlamına geliyordu.
Bazı uzmanlar bunu normal bir şey, hatta tarihsel bir bakış açısından hareketle olumlu bir gelişme olarak gördü. Bu gerilemeyle birlikte külfet paylaşımı ve barışçıl bir güç dönüşümü dönemine girileceğine dair tahminler de yapıldı. Benzer şekilde, sürecin dünyanın süper güçlerinin kaçınılmaz yükseliş ve çöküş döngülerinin bir parçası olduğu vurgulandı. Fakat aynı sürecin tersine çevrilebileceğini söyleyenler de vardı. Onlara göre, ABD'nin göreli gücündeki gerilemeye rağmen bu ülke toplamda hâlâ dünyanın tek süper gücüydü. Bazı çevreler bu yeni dünya düzenini "tek süper güçlü çok kutupluluk" olarak adlandırdı. Bu tartışma Obama'nın başkanlık dönemi boyunca devam etti. Bir bakıma, ABD'nin bu dönemde dünyada fazla ön plana çıkmaması, gücündeki gerilemenin kabulü anlamına geliyordu. Bazıları bunu "geriye yaslanan" dış politika olarak adlandırırken, başka bazı çevreler de "geri çekilme" diye nitelendirdi. ABD'nin modern tarihinin farklı dönemlerinde her iki durum da yaşanmıştı.
Donald Trump'ın başkanlık görevini devralmasıyla beraber, artık ABD'nin yeni dış politikasının bu değişen dünya düzeninde ne tür bir uluslararası sistemde işleyeceği hakkında yeni tartışmalar yapılıyor. ABD gibi bir ülke için dış politika ve güvenlik politikası tasarlamak zor bir iş. Hele de ABD'nin onlarca yıl önce kurduğu sistem hakiki tehditlerden veya tehdit algılarından ve değişik uluslararası aktörlerden kaynaklanan ciddi zorluklarla karşı karşıyayken. Dünyanın tek süper gücü olmak ABD'ye bir yandan belli ayrıcalıklar getirirken, diğer yandan da önemli sorumluluklar yüklüyor. Trump, "geri çekilme" politikasını mı sürdüreceğine yoksa daha ziyade "geriye yaslanma" politikasına mı yöneleceğine karar verecek. Trump daha önceki açıklamalarında, Çin dâhil olmak üzere ABD'ye kafa tutan güçlere meydan okuyacağı yönündeki iddialarına rağmen külfet paylaşımı dediğimiz konuya vurgu yapmıştı. Trump ana sloganının – "Amerika'yı yeniden büyük güç yapalım" – tam olarak ne anlama geldiğini hiç açıklamadı. Trump'ın bu sloganla ABD'yi uluslararası sistemde mi yoksa ülke içinde mi büyük güç yapmayı kastettiğini önümüzdeki birkaç ay içinde göreceğiz. Uluslararası ilişkilerdeki farklı uluslararası aktörler, Trump'ın başkanlık döneminde ABD'nin rolüne ilişkin nihai tutumunun ne olacağını ihtiyatlı biçimde bekliyor. Bu rol sadece ABD siyasetini ve ekonomisini değil, uluslararası sistemdeki diğer aktörlerin eylemlerini de ciddi şekilde etkileyecek. Bu yüzden Trump'ın ABD'nin rolüne ilişkin kararı, daha çok kutuplu bir dünya düzenine giden ciddi bir dönüşümün aşaması olabilir.