Suriye'den kaçarak Türkiye'ye gelen yaklaşık 2,5 milyon göçmenle, yıllar önce Almanya'ya gitmiş olan Türkiyeli işçiler arasında ilginç bir benzeşme var. Her iki durumda da gelenlerin misafir mi yoksa kalıcı mı olduğu zamanın cevaplayacağı bir soru işaretiydi. Üstelik bu belirsizlik hem söz konusu ev sahibi ülkelerin yönetimleri, hem de gelen 'yabancılar' için söz konusuydu. Almanya'ya gidenler önce geri dönecekleri varsayımıyla yaşadılar. Kentlerin ana tren istasyonlarına yakın küçük kiralık evlerde oturdular, bavullarını bile tam boşaltmayıp sanki her an gidebilirlermiş gibi gün saydılar. Kalıcı olduklarını idrak etmeleri ve içselleştirmeleri çoğu için yirmi yıla yakın sürdü ve çocuklarının ergenlikten çıkma yaşına gelmesiyle bağlantılı oldu.
Suriye'den Türkiye'ye gelen kitle için bu türden bir 'yumuşak' geçiş söz konusu değil. Her şeyden önce bu insanlar kendilerine daha iyi bir hayat kurmak üzere gelmiş değiller. Kendi ülkelerinde hayat hakkı bulamadıkları için oradan kaçmış durumdalar. Bu da Türkiye açısından bir 'sığınmacı' konumunu ifade ediyor. Yani Türkiye istediği için değil, istemediği halde içine almak zorunda kaldığı milyonlarca insanla karşı karşıya ve bunların sayısı daha da artabilir.
Halen harcanan para 8 milyar doları buldu. İlk şaşkınlık sonrası 2014 ortasından itibaren hükümet bu meseleye sistematik yaklaşımı sağlayacak idari ve hukuki mekanizmayı oluşturdu. Meselenin boyutlarını hayal etmek açısından şu anda okullaşma çağında her yaştan 650 bin Suriyeli çocuk olduğunun altını çizelim. Örneğin Adana'da 40 bin çocuk var ve henüz sadece 15 bini için okul imkânı yaratılabilmiş durumda. Ama iş bununla bitmiyor… Çünkü bu 15 bin çocuğun 5 bini ya yolun uzaklığı, ya ulaşım imkânlarının yetersizliği, ya da çalışmak zorunda olduğu için eğitimden düzenli biçimde yararlanamıyor.
Buradaki ipucunu takip ettiğimizde, yabancı ülkeye ani göçlerin ürettiği temel bir sorunu karşımızda buluyoruz: Gelenler doğal olarak gittikleri ülkenin dilini bilmiyorlar ve dolayısıyla bu türden 'insani/siyasi' göç hallerinde aileler kendilerini geçindirecek iş imkânları bulmakta zorlanıyor. Oysa çocuklar hem daha ucuz bir işgücü, hem de yeni ülkenin dilini daha kolay öğrenebiliyorlar. Bu durum bir yandan çocuk emeği sömürüsüne neden olurken, çocukların geliriyle geçinen aileler üretiyor ve bunlar ilerde aile içi dengelerin yozlaşmasına, o çocukların daha fazla para uğruna giderek yasa dışı işlere doğru savrulmalarına neden olabiliyor. Bu tabloya bugünün dünyasında gençleri 'yakalamaya' istidatlı bir radikalleşme rüzgârının varlığını eklediğinizde çok boyutlu ve girift bir sorunla yüzleşmek gerektiğini anlıyorsunuz.
İyi haber hükümetin bu sorunların tümüyle farkında olması ve insani düzeyde sosyal entegrasyonu sağlamak üzere epeyce cevval bir mekanizmayı harekete geçirmesi. Kötü haber ise, bu adımların kalıcı netice verebilmesi için önce hukuki zeminin oturtulması gerektiği ve Türkiye'nin henüz böyle bir adımı atıp atmama konusunda ikircikli davranması. Örneğin çocuk emeği sömürüsünün engellenmesi ve aile yapısının korunması açısından en akılcı adımlardan biri Suriyeli girişimcilerin önünün açılması, iş yeri açma, ihracat kredisi alma gibi imkânların yaratılması. Ama bu adımın para sahiplerini kayıran bir ayrımcılığa da dönüşmemesi gerekiyor ve çok daha geniş bir hukuki zemin üzerinde Suiyelilere 'eşitlik' verilmesini ima ediyor. Soru Türkiye'nin bunu isteyip istemediği ve böyle bir adımın sonuçlarının ne olacağı…