Son birkaç hafta içerisinde Suriye konusunda uluslararası 3 önemli toplantı düzenlendi. 1 hafta içinde 3 farklı ülkede Suriye ile ilgili hedef, strateji ve amaçları pek de birbirine benzemeyen, farklı misyonları içinde barındıran toplantıların yapılmış olması uluslararası toplumun hala Suriye Meselesi'nde ortak ve genel bir zemine varamadığını göstermesi ve diğer yandan da Suriye'de Esed'in hala kan dökmeye devam ediyor olması demokrasinin ilk defa insanlığın çoğuna ulaştığı 21.yy adına acı... Fakat bu toplantılar sonucunda ilk defa özellikle Rusya ve Çin'in katıldığı Cenevre Zirvesi'nde Esed'in gitmesi gerektiği hususunda bir fikir birliğine varılmış görünüyor.
Üçüncüsü Paris'te yapılan "Suriye Halkının Dostları" toplantısına 100 yakın ülkenin temsilcisi katıldı. Fransa Devlet Başkanı Hollande "Esed'in mutlaka bir an önce gitmesi gerektiğini, Suriye'de durumun geçen her gün kötüleştiğini" ağır bir dille ifade etti. Fakat daha sert ifadeler ABD Dışişleri Bakanı Clinton'dan geldi. Clinton "Rusya ve Çin'in uluslararası toplum tarafından cezalandırılması gerektiğini, kendi insanlarını öldüren Esed rejimine destek sağlamaktan dolayı Rusya ve Çin'in bedel ödemesi gerektiğini ve uluslararası toplumun Rusya ve Çin'den tarihin bu noktasında doğru tarafta yer almalarını talep etmesi gerektiğini" ifade etti.
Acaba Rusya'nın böyle bir konjonktürde Suriye konusunda uluslararası toplumu bu kadar karşısına almasında ne kadar büyük çıkarı var? Ya da Rusya'nın Esed'e olan desteği sadece Suriye'nin Rusya'nın emperyal stratejileri açısından hayati önemi ile sınırlı mı? Bugün dünyada eski Sovyetler Birliği sınırları dışında Rusya'nın tek askeri deniz üssünün Suriye Tartus'ta bulunması, Moskova'nın Ortadoğu ile ilgili jeopolitik-askeri stratejileri açısından Esed'in önemi ve değeri, bir yıldan fazla bir zamandır hiç durmaksızın kendi halkını katleden bir diktatörün yanında durmanın tarih karşısındaki bedelini ödeyecek kadar muazzam mıdır?
Zira görünen o ki ABD ve Rusya anlaşana kadar Suriye'de kan akmaya devam edecek. Rusya'nın ABD ile anlaşması ise sadece Suriye denkleminden bakılıp karar verilecek bir şey değil. Zira Rusya, fay hatları belirmeye başlayan yeni uluslararası düzende büyük güçler arasındaki dengede yerini Suriye üzerinden oynayarak sağlamlaştırmaya çalışıyor. Büyük güçler arasındaki jeopolitik üstünlük- avantaj mücadelesi ve uluslararası dengeler Suriye Meselesi vesilesi ile test ediliyor. Rusya'nın Çin ile beraber BMGK'de Suriye konusundaki 'veto kullanımı' Putin'in yakınlaşmak istediği Çin ile aradaki uçurumları kapatmasına, ABD karşısında 'Avrasya'da birlik' mesajı vermesine vesile oluyor. Nitekim geçtiğimiz günlerde Pekin'de yapılan ŞİÖ (Şanghay İşbirliği Örgütü) Devlet Başkanları Zirvesi'nde Putin bu meyanda açıklamalarda bulundu. Böyle olunca da Suriye Meselesi sadece Suriye ile ve dahi Türkiye ve Ortadoğu ile sınırlı olmaktan çıkıp bilinmezleri çok olan koca bir denklemin parçası halini kolaylıkla alıveriyor. "Suriye'de akan kan ne zaman duracak?" sorusunun cevabı ise bir yerde "ABD ve Rusya ne zaman anlaşırlarsa" oluyor. Başbakan Erdoğan'ın Clinton ve Putin arasındaki sert atışmalardan sonra önümüzdeki günlerde Moskova'ya gidecek olması Türkiye'nin inisiyatif almakta kararlı olduğunu gösteriyor.
Türkiye'nin bölgedeki 'yumuşak gücünü' büyük güçler arasında katalizöre çevireceğini, Suriye'nin geleceğini tek başına ne ABD'ye ne de Rusya'ya bırakmak istemeyeceğini ayan ediyor.
Sahne önünde ve perde arkasında bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok askeri, jeopolitik, enerji ve ekonomik enstrümanlar, Suriye Meselesi vesilesi ile Suriye'den çok daha geniş bir coğrafyadaki "Büyük Oyun"un yeni kırılma hatlarını belirlemeye taşeronluk yapıyor. Öte yandan ekonomik olarak Ortadoğu'nun daimi bir kaosun içinde yer alması Petro politiğin gidişatını da yönlendireceği için, dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol üreticilerinden olan Rusya'nın tabii olarak işine geliyor. Ortadoğu'da olası bir kaos ortamının petrolün varil fiyatında yapacağı 10 dolarlık ekstra bir artış Moskova'nın kasasına onlarca milyar dolar olarak geri dönüyor. Hele de Rusya'nın yanı başındaki Avrupa'nın iflasın eşiğine geldiği ve küresel krizin hala durulmadığı bir ortam olunca...
Clinton'ın Rusya ve Çin'i uluslararası toplumun cezalandırmasını teklif etmesi ve her iki büyük gücünde tarihin yanlış tarafında yer aldıklarını ifade etmesi hem Suriye'nin boyundan daha büyük içerikler, hem de son bir yıldır ABD-Rusya ve ABD-Çin ilişkilerindeki gerginliği, ezcümle ifade eder. Belli ki Rusya mevcut konjonktürde kendisini en çok kuşatılmış büyük güç olarak görüyor ve Amerika karşısında Doğu Avrupa'dan Balkanlar'a, Orta Asya'dan Kafkaslara kadar bütün bu bölgede gardını almaya çalışıyor; bunu yapmaya çalışırken de Suriye 'havuç' oluyor. Böyle olunca da en başta Rusya olmak üzere herkes kendindeki çıbanın cerahatini Suriye'de akıtmaya çalışıyor.
Amerika'nın NATO'nun Chicago Zirvesi'nde Kafkasları 2008'den bu yana ilk defa ajandasına almış olması ve zirvenin hemen ardından Clinton'ın Güney Kafkasya Turu'na çıkması aynı zaman diliminde Putin'in Orta Asya ve Çin ziyaretleri ve ŞİÖ Zirvesi sonrası Moskova'nın Ermenistan'daki Rus askeri varlığını iki katına çıkarma kararı alması, Gürcistan'da yaşanan son gelişmeler, Aliyev'in bölgeden NATO Zirvesi'ne katılan tek lider oluşu ve geçtiğimiz hafta Azerbaycan gazının Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşınması ile ilgili protokolün(TANAP) Erdoğan ve Aliyev tarafından imzalanmış olması ABD-Türkiye-Rusya üçgeninde önümüzdeki günlerde Kafkasların sıcak gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun Ermenistan ve Sözde Soykırımla ilgili açıklamaları ise böyle bir konjonktürde şüphesiz çok önemli...
ABD-Türkiye-Rusya arasında benzeri durum Balkanlar'da da görünüyor. Türkiye geçtiğimiz 5 yılda büyük bir çaba ile Balkan Politikası inşa etmeye çalıştı, çalışıyor. Dayton Barışı sonrası kurulan düzeni korumak ve eksiklerini tamamlamak adına on beş sene önce birbirlerini boğazlayan ülkeleri Balkan Zirveleri yapabilir hale getirdi. Sırbistan'daki seçimleri Nikoliç'in kazanmış olması başlı başına Balkanlar'ın geleceğine gölge düşürüyor. Sonuçta Nikoliç'in seçimleri kazanması büyük tabloda ne Türkiye'nin ne de ABD'nin menfaatine bir durum değil. Seçildikten hemen sonra verdiği bir mülakatta Nikoliç bilerek ve üstüne basarak, Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin ve Lahey Adalet Divanı'nın soykırım olarak kabul ettiği Srebrenitsa için "Srebrenitsa'da soykırım yaşanmadığını ve Srebrenitsa Katliamları Anma Törenleri'ne Sırbistan Cumhurbaşkanı olarak katılmayacağını" ifade etti. Geçtiğimiz günlerde Alman FAZ(The Frankfurter Allgemeine Zeitung) Gazetesi'nin Doğu Avrupa ve Türkiye muhabiri olan Michael Martens'e verdiği mülakatta da Nikoliç "Büyük Sırbistan'ın kendisine ait gerçekleşememiş bir rüya olduğunu" ifade etmekten çekinmedi. Bosna Hersek'te 3 Ekim 2010'da yapılan seçimlerin ardından 16 ay sonra 10 Şubat 2012'de devlet nezdinde ilk hükümetin ancak kurulabilmiş olması ve geçtiğimiz haftalarda en büyük Boşnak partisi SDA'nin kabinedeki Güvenlik ve Savunma Bakanları ve Maliye Bakan yardımcısının görevden alınmış olması, bölgede tansiyonun hala yüksek olduğunu, krizin hala aşılamadığını ve önümüzdeki günlerde daha büyük olası bir krizin kapıda olduğunu gösteriyor.
Bugünlerde bu sıcak gelişmelerin tamamının Balkanlar ve Kafkaslarda yaşanıyor olması, bu gelişmelerin sadece ve tek başına içerdeki sebeplerin sonuçları olduğunu akla getirmez. Balkanlar'da, Kosova'daki ABD askeri varlığı, Rusya'yı rahatsız ediyor. Sırbistan'da seçimleri Türkiye'nin de sıcak baktığı Tadiç'in kaybetmiş ve Rusya ile çok yakın ve Rusya tarafından ciddi bir şekilde desteklenmiş olan Nikoliç'in kazanmış olması önümüzdeki dönemde Balkanlar'daki dengeleri, güvenlik-askeri boyutta ilişki ve ittifakları derinden sarsabilir. Rusya bunu fırsat bilip Nikoliç üzerinden başka hesaplar yapabilir. Rusya'nın Nikoliç ile kazanacağı avantajlı konumu, Doğu Avrupa ve Balkanlar'da NATO ve ABD'nin üzerinde çalıştığı Füze Kalkanı Projesi'ne karşı ve Balkanlar'daki ABD askeri varlığına karşı kullanma ihtimali yakın gelecekte bölgeye kötü günler yaşatabilir. Bazı güçler eski Yugoslavya'nın yeniden dirilişini umabilirler. Bosna-Hersek ve Kosova'nın geleceği NATO ile beraber olmadıkça AB ile beraber olamayacaktır. Bosna-Hersek ve Kosova önce NATO üyeleri, ardından da -gelecekte eski önemini yitirecek dahi olsa- AB üyeleri olmadan AB'nin tarihsel olarak iddia ettiği "Büyük Avrupa Barışı" gerçekleşemez. Bu konuda şüphesiz Almanya'nın AB'nin geleceği ile ilgili niyetleri başlı başına hayati önemdedir ve başka bir çalışmanın konusudur.
Yeni dönemde enerji politikte ve dünya enerji kaynaklarının kontrolünde Rusya'nın doğalgazı, ABD'nin ise petrolü kısa ve orta vadede kontrol etmesi beklenebilir. Rusya'nın Çin ile ABD'ye karşı yakınlaşıyor görüntüsü vermesi uzun vadeli bir politika olamaz ama günü kurtarabilir. Çin'in uluslararası sahnede teennili ilerleyişi ABD'nin kısa vadede askeri olarak Rusya ile daha da hizipleşmesini, Doğu Avrupa'nın paylaşılmasını, Orta Asya ve Hazar petrollerinin gelecekte çok daha önemli hale gelmesini ve İran'ın bugün için muamma olan durumunun gelecekte netleştirilmesini beraberinde getirebilir. Bu büyük resimde saydığımız bütün denklemlerin tam ortasında ise Türkiye duruyor. Eğer elimize bir pergel alıp pergelin ucunu Türkiye'nin üzerine koyar ve etrafında bir daire çizersek yukarda saydığımız hususların-'Büyük Oyun'un- hayat sahasını çizmiş oluruz. Türkiye'nin ABD ve Rusya arasındaki Suriye Stratejisi hem Ortadoğu'nun hem de Türkiye'nin geleceğinin kodlarını tayin edebilir. Bir önceki yazıda detaylı bir şekilde değindiğimiz gibi Suriye'ye yapılacak olası askeri bir müdahalenin çok düzlemli müspet-menfi geniş etkileri Türkiye ve Ortadoğu'nun geleceğini derinden sarsabilir. Eğer İran'da rejim çökerse gelecekte Ortadoğu ister istemez Türkiye-İran rekabetine çok daha teşne bir şekilde sahne olabilir. Rusya'nın, Esed sonrasında gelecek yeni iktidar/rejim ile de iyi ilişkiler tesis etmesi, Suriye üzerindeki politik gücünü ve askeri haklarını-hâkimiyetini koruması karşılığında Esed sonrası yeni dönem üzerinde ABD ile anlaşması beklenebilir...
Suriye-çok düzlemli/boyutlu konumu ile- bu düğümün ve fay hatlarının belirmesinde ve önümüzdeki dönemde başta Türkiye olmak üzere bütün büyük aktörlerin saflarının ve geleceğin dünyasındaki misyonlarının şekillenmesinde bir turnusol olacak gibi duruyor. O yüzden tarihin verdiği zengin birikimi ve derin geleneği ile üzerindeki sorumlulukları/yükümlülükleri, hak ve ödevlerini en iyi düşünüp karar vermesi gereken de tabii olarak Türkiye oluyor.