Ben de sıkılıyorum. Sıkıcı olmadığını kim söyleyebilir? "Derin Futbol"un dükkanına freni patlamış bir yük kamyonu gibi dalmış, yan yatmış tarih felsefesine kim üzülmez? Mevlana'yı böylesine düşük bir zevk tutarlılığı içinde hapsetmiş ünden kim ürkmez? "Siiiz, bi dakkaaa, siz biliyo musunuz, Birinci Dünya Savaşı'nın nasıl çıktığını! Bi dakka, sözümü kesme Rasim, Engin bi dakka, bi sırp pirensi.. yahu bi dakka, bişey söylüyorum, Alex'in Fenerbahçe'den gitmesi bir savaşın fitil.. yahu bi dakka, şunu söyleyim, Birinci Dünya Harbi'nin nasıl çıktığını biliyo musunuz, bilmiyosunuz, bi Sırp pirensi Avusturya imparatorunu tam şeyden tam geçerken, o Sırp pirensi okuyla.. yahu bi dakka Rasim..." (Ahmet Çakar, Derin Futbol, Beyaz TV. – 01.10. 2012 - 02:30 suları)
Dünyanın en güzel ırklarının, ırkların karşılaşma faylarında, birer ırmak gibi birbirlerine karıştıkları coğrafyalarda olduğu söylenir. Yani Balkanlar'daki, Güney Amerika'nın bazı bölgelerindeki kimi kadınların, neredeyse para-normal insanlarmış gibi güzel yaratıklar olmasını bazı (uzmanlar diyeceğim, yalan olacak) "gözlemciler" buna bağlıyorlar.
Ama melez kadınların güzelliği, melezliğin her zaman istisnai bir "güzelliğe" varacağı anlamına mı geliyor? Hatta bazı alanlarda melezlik düpedüz rüküşlük olarak gösteriyor kendini. Rüküş bir kitap, rüküş bir fikir, rüküş bir tavır, rüküş bir giysi...vs. Hayır ve hayır. Özellikle edebiyat, tam bir saflıkla, neredeyse bir çocuk beyninin sağır hesapsızlığıyla doğduğunda yaşamayı sever. O, elimizdeki yegane çocukluk saflığımız olarak kaldı zaten. Elimizde kalmış az sayıdaki günahsızlık alanlarından biri o. Günümüzün çok az sayıdaki suçsuzluk yollarından biri. Ayrıca bu bakımdan da çok kıymetli.
Edebiyat, okunurken değil; ama yazılırken, yeryüzüne ne kadar yayılırsa; yoğunluğundan o kadar arınır. Yeri doldurulamaz bir "kendiliğindenlik" olan o ilksel kokusundan çok şey kaybeder. Yani: Her şeyi ve herkesi okursunuz; ama herkese yazmak istediğinizde, yazdığınızın içi boşalır, hafifler ve yüzeye (herkesin görebileceği yere) çıkar.
Hayır, çok kendine özgü bir yoğunluktur edebiyat. Bir şimşektir o. Ya sizi paramparça eder; ya da hiçbir şeydir. Ya toprağın derinliklerinden gelip insanın beyninden çıkar ve göklere doğru uçar gider; ya da gazeteciliktir, projeciliktir, ayıptır, günahtır. Melezliğin bu türlüsünün Angeline Jolie ile hiçbir akrabalık ilişkisi yoktur.
Bunu bugün, dünyayı sarıp sarmalamış "dolaşım" cinnetinin tam ortasında kalmışken, biraz daha yüksek sesle haykırmalıyız. Edebiyatın koku alan harika çatal dili, -dünyayla bile yetinmezdünyadan dışarılara kadar, evrenin karanlık derinliklerine doğru uzanır. Ama o "dil", yazarken sadece ve sadece kendi gerçekliğinden yazar. Kendi yangınından yazar. Kendini, kendinden dünyaya ve evrene doğru yazar. O yüzden deriz ki bir yazar ne kadar yerel olabilirse; o kadar evrensel de olmuş olur. Çok tekrarlananın aksine, yazarın vatanı "ruy-ı zemin" milleti de "nev-i beşer" değildir. Bunu çok tekrarlayanlar, dört bin yıllık edebiyat tarihinin değil; kırk küsur yıllık yeni-muhafazakarlığın, finans-kapital anlayışının "dolaşım" mezhebinin müntesipleridir. İngilizler, bir iş toplantısında "Remzi"yi Remzi diye okuyabilmek için "Ramsey" diye yazarlar ve patron buna ses çıkarmaz. Önemi de yoktur. Önemli olan, Zeytinburnu'nda, Bağcılar'da 960 lirayla geçinmekte olan yüzlerce insanın, maaşlarının 962 lira olma ihtimalidir. Sırf bunun için bu tuhaf melezliği hoş görebilir, "Ramsey"in gerçekten de "Ramsey" olduğuna kendimizi inandırabiliriz.
Peki "Shafak"ı nasıl açıklayacağız? Bu durumda "firma" nerede ve hangisi? Ancak "melezleşerek" dünya piyasalarına girebilen Mevlana hikayesinin acıklı bir kurgu-tutarlılığı olarak mı? Yattı balık yan mı gitsin? Onu, gelişememiş, kalkınamamış kısa akıllarına sığdırabilmek için zaten eğip bükmekte olan safkan orta sınıf İngilizlere "h" ile pazarlamak zorunda mıyız? Adı "Aşk" olan bir kitap, Hırvatistan'a girerken, neden kimlik değiştirir ve "Aşkın Kırk Kuralı" pasaportunu kullanır?
Hiçbir garezim, kinim, davam yok. Neden olsun ki? Tam tersine, Türkçe edebiyatın başka ülkelere girmesi, dünyada yayılması beni tarifsiz mutlu ediyor. Büyük bir gurur duyuyorum. Sadece bunu başarabilen az sayıdaki yazarımızın düştüğü haller, beni düşündürüyor. Hepimizi de düşündürmeli.
Belki de zamanımızın ruhu budur, bilmiyorum. O genç Sırp fanatik belki de gerçekten bir "Pirens" idi. En azından, reytingi yüksek Ahmet Çakar'ın gönlünde öyle görünüyor. "Pirens"in elindeki silah belki de (kabul edelim, biraz grotesk bir kurgu ama) Baretta süsü verilmiş bir "yay-ok" düzeneğiydi aslında. Mljacka nehrinin hemen yanındaki sokaklardan birinde, o köşede (2004'te tesadüfen görmüştüm vurulduğu yeri) arabasının içinde yığılan o adam, belki de gerçekten "İmparator" idi. Sıkıldınız değil mi? Hem benden, hem de Ahmet Çakar'ın "Çakar-almaz" tarih felsefesinden. Peki.
Ben de sıkılıyorum. Sıkıcı olmadığını kim söyleyebilir? "Derin Futbol"un dükkanına freni patlamış bir yük kamyonu gibi dalmış, yan yatmış tarih felsefesine kim üzülmez? Mevlana'yı böylesine düşük bir zevk tutarlılığı içinde hapsetmiş ünden kim ürkmez? Dünyaya hiçbir şey söyleyemesin diye asıl ıstırabı saklanmış, tıraş edilip önü iliklenmiş, sermaye tarafından silah altına alınmış Mevlana'ya kim hayıflanmaz?
11-24 EKİM 2012