William Faulkner'ın büyük buluşudur o metin. Büyüleyici ve olağanüstü samimiyetinin meyvesidir "Ses ve Öfke" romanı. Compson ailesinin -zekâca- en küçük oğlu Benjamin (Bünyamin)1 karakteri, 33 yaşındadır ve 3 yaş zekâsına sahiptir. (İsa'nın bu dünyada yalnızca 33 yıl kaldığını unutmayalım ve kaldı ki diğer büyük romanı 'Light in August'un siyah-beyaz melezi başkarakterinin adı da doğrudan Christ'tir).
Bütün dünya sanatı ve edebiyatı içinde izi birçok kol üzerinde rahatlıkla takip edilebilecek "Masumiyet budalalıktır-Budalalık masumiyettir" hükmü -gizli- fehvasınca yazılmıştır bu roman. Benjy bir şey anlatırken, sözlerinin arasına -neredeyse dalgınlıkla- geçmişten manzaralar karışır. Geçmişteki yaşanmışlıkları bilinçsizce, doğallıkla akıtır bilincinden. Bilinç Akışı dediğimiz şey de (Stream of Concioussness) zaten öyle doğar. Dünya edebiyatının -bencezirvesi olan "Ses ve Öfke"nin o ilk 33 sayfası, ne mutlu ki, başka bir şey üzerine değil; samimiyet üzerine, masumiyet üzerine yazılmış harika bir şarkıdır.
Faulkner'ın başı da diğer bütün büyük yazarlar gibi, neredeyse sadece "masumiyet" meselesiyle dertteydi. Kuzey-Güney savaşının kıyıcı tarihi, Faulkner'ın bizzat kendi ailesinin üzerinden de geçmişti. Faulkner'ın bu büyük yıkım karşısında alabileceği en şiirsel pozisyon "Bünyamin" idi. Bünyamin, bütün epik yüküyle, kaybolup gitmiş asaletin, safiyetin ve masumiyetin üzgün bir İsa'sıdır. Faulkner böylece, Marks'tan yaklaşık 80 yıl sonra, onu uzaktan, Mississippi'den, "İnsana dair sarsılmaz olan şeyin buharlaşıp gittiği" topraklardan selamlar. Ama elbette ki metninin yüreğine İsa'yı koyarak. (Değil mi, gerçekten büyük bir metin profan ve metafiziksiz olabilir miydi?)
Adına neden "sanal" demeyi bırakıp da "sosyal" demeye başladığımızı henüz çözemediğim "medyada" biraz sık dolaşıyorum bugünlerde. Dolaştıkça da Bünyamin'i hatırlıyorum. Masumiyetin ve şifacı budalalığın, müjdeci budalalığın, güzel haberci budalalığın ve masumiyetin nereye kaybolup gittiğini anlamaya çalışıyorum. Ve diyorum ki; aslında onun 90 yıl önceki çığlığı, bugünlerde onun hayatını fena halde ve üzücü biçimde hatırlatan hayatımız için de koparılmış bir çığlıktı.
"Züğürt Ağa" filmini hatırlar mısınız? Şener Şen. Marabasına kol kanat geren müşfik bir ağa iken, madden tabana (şehre – yani ruhen de tabana) iner. Satar savar. Sıfıra indiği bir gün, başının üstünde tabla ve içinde çiğ köfteyle kalabalığın arasında arz-ı endam eder. Eski yaverini fark eder kalabalığın arasında. Hemen sırtını döner, fark edilmesin diye. Ama köylü onu görmüştür. Züğürt Ağa, marabasının gözlerine ilginç bir "karartma" uygular: Zenneler gibi kırıtarak yürümeye başlar… Ve uzaklaşır, kaybolur.
Türkiye'nin eski egemenlerini hiç söz konusu etmeyeceğim. Hiç gerek yok. Onlar günahlarıyla, bönlükleriyle, küt zekâları ve nasırlı biçimsiz kalpleriyle yaşayıp gidiyorlar bu toprakların üstünde. Birer yama gibi. Onları biçimsiz, yamuk mutluluklarıyla baş başa bırakalım. Ama madden gelişme içindeki muhafazakâr ailelerin internette fink atan çocuklarının neden ruhen bu kadar kırıttıklarını anlamakta güçlük çekiyorum. Neden bu kadar fukaralaştıklarını aklım bir türlü almıyor. Neden gözlerimize her gün yepyeni karartma stratejileri uygulamak için canlarını dişlerine taktıklarını anlayamıyorum.
Neden birdenbire bu kadar büyümek zorunda zekâ yaşları?
Neden bu kadar akıllı olmak zorundalar? Neden car car konuşmak ve yüksek perdeden küfür etmek ve sonra copy-paste dualar etmek ve ardından yine laf sokmak ve ahkâm kesmek ve kibirlenmek ve otomatik zikir butonlarına bu kadar sık basmak ve kardeşlerinin izzet-i nefislerine zevkle tükürmek ve salya saçmak ve manuel Fatiha okumak zorundalar? Bu kadar çok. Neden?
Nihat Doğan (kendisini değil; cins ismini kast ediyorum) neden kendi kendinin parodisi bir figüre dönüştü? Oysa, her şeyden evvel mahcup olmak güzel bir şey değil miydi? Ar etmek - temiz bir utanma kanının taşmasıyla aydınlanan yüzlerimiz- bizim gerçek manevi mihverimiz değil miydi? Hayatlarımız bir zamanlar GERÇEK değil miydi?
10/11/11