Salı gecesi sahura uyanan Türkiye, dakikalar içerisinde doların yüzde 5 civarında arttığını gördü. Ekonomimiz mi batıyordu yoksa bir müdahaleyle mi karşı karşıyaydık? Bu soruların cevabını almak için bir akademisyen, bir bürokrat ve bir de piyasadan olmak üzere üç kişiyle konuştum. Onlardan edindiğim bilgileri ve bazı noktalarda kendi yorumlarımı aktarayım, cevabı birlikte görelim.
Öncelikle bilinmesi gereken konu şu. Uzun zamandır kredi derecelendirme kuruluşları, IMF ve diğer küresel ekonomik yapılar Türkiye'nin ekonomisi ile ilgili spekülatif ve gerçeklikten çok uzak raporlar hazırlıyorlar. S&P'nin Ağustos'ta açıklaması beklenen Türkiye notu, seçimlerin erkene alınmasıyla bir anda Mayıs'a çekildi ve seçim öncesi açıklandı.
Hiçbir şekilde ekonomik durumumuzu doğru yansıtmayan, varsayımlar üzerinden şekillenen ve tamamen siyasi olan bu raporların sonuncusu, doların yükseldiği gece Londra merkezli olan Barclays Bank'ın hazırladığı rapordu. Aynı gece Asya borsalarında dolara doğru güçlü bir kayış oldu ve dakikalar içerisinde dolar yüzde 5 değer kazandı. TL'den Dolar'a geçişin altında yatan en önemli neden karlılık değil, tamamen siyasiydi. Böyle düşünmemizin en temel nedeni böyle radikal bir yükselişin çok hızlı bir şekilde gelişmesiydi kuşkusuz. Sadece buna bakarak bile bunun spekülatif bir atak olduğunu görebiliyoruz. Ama başka nedenler de var.
Mesela, Türkiye ekonomisi böyle bir ani kur yükselişini hakedecek bir ekonomik ortama sahip değil. Zaten ekonomi gerçekten kötü olsaydı da yükseliş böyle ani olmaz, daha yavaş ve ılımlı bir yükselişe tanıklık ediyor olurduk. Peki yatırımcıların TL'deki varlıklarını Dolar'a geçirmelerini ve yavaş bir kur artışını gerektirecek ekonomik gerekçe var mı? Birlikte bakalım.
Türkiye'nin son büyüme rakamı yüzde 7,4. Malum rekor bir büyüme oranı. Az önce değindiğimiz tüm küresel ekonomik kuruluşlar bu büyümeyi ön görmediler. Tamamı yanıldı. Daha doğrusu speküle ettikleri için bilerek yanıldılar. Sürekli revize etmek zorunda kaldılar ama yine de bu rakamı göremediler.
Bir diğer parametreye bakalım. Türkiye'nin kamu borcunun milli gelire oranı yüzde 28. Yani borçluluk oranımız yüzde 28. Diğer ülkeler ile kıyasladığımızda borçluluk oranı en az olan ülkelerden biriyiz.
Dış borcun milli gelire oranı yüzde 53. Bu noktada da Türkiye'nin durumu gayet iyi. ABD'de bu oran yüzde 93.
İhracat rakamlarımız, savunma sanayi yatırımlarımız, kamu-özel sektör işbirliğiyle yapılan yatırımlar ve dünya çapında büyüklüğe sahip olan dev yatırımlarımız gayet yolunda ilerliyor. Bu konularda Cumhuriyet tarihinde olmadığı kadar önemli mesafe katedilmiş durumda.
Bunun gibi birçok parametreyi alt alta yazabilirsiniz. Ekonomimiz, küresel ekonomik kurumların raporlarında yaratılan algıdan çok daha farklı. Dolayısıyla büyük bir haksızlık var ortada.
Neden Türkiye'ye saldırıyorlar sorusunun cevabını vermeye sanırım gerek yok. Gezi, 17/25 Aralık, 15 Temmuz ve nice diğer müdahale girişimleri ne için yapıldıysa, bu saldırılar da onun için yapılıyor. Finansal ataklar bunlar içerisinde en kolay olanı onlar için. Zira bu konuda hızlı sonuç alabileceklerini düşünüyorlar. Temel amaçları bizi yıldırmak, pes ettirmek ve sonrasında sonuna kadar sömürmek. Hem de bu kez eskisinden çok daha derin bir sömürü ile karşı karşıya bırakmak istiyorlar bizi. Moralimizi bozmak, irademizden vazgeçmemizi sağlamak istiyorlar. Temel mesele bağımsız olma irademiz. Bunu kırmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Şu anda bağımsızlık irademiz Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu için onun üzerine gidiyorlar. Yoksa Erdoğan'ın, attıkları manşetlerdeki gibi biri olmadığını onlar bizden daha iyi biliyorlar.
Gelelim bizim bu saldırılara verdiğimiz cevaba. Öncelikle şunu görmek gerekiyor.
Kurun yükselişi ekonomik gerekçelere dayanmadığı için, cevabın ekonomik olması beklenen etkiyi yaratmayabilir. Yani eğer ekonomimiz sahiden kötü olsaydı ve bu kur artışı yavaş yavaş gelseydi buna karşın ekonomik tedbirler daha anlamlı olabilirdi. Bu noktada hiç ekonomik tedbir alınmasın demek yanlış olur. Ancak temek mesele ekonomi değil siyasi ve psikolojik. Dolayısıyla bu alanları sağlam tutmamız gerekiyor. Arjantin benzer bir süreci yaşadı ve bu ay içinde üçüncü kez faiz artırımı yoluyla kur yükselişini önlemeye çalıştı. Faiz oranları yüzde 27'lerden yüzde 40'lara dayandı. Ama yine de yerli paralarının değer kaybını önleyemiyorlar. Dolayısıyla faizlerin 3 puan artırılmasının bizi nasıl bir sonuca götüreceğini kestirmek zor.
Peki böylesine bir müdahale karşısında neler yapmak gerekirdi?
Böyle durumlar ilk andan itibaren süreci doğru yönetmemiz gerekiyor. Bunun da ilk adımı halkı çok açık bir şekilde sürekli bilgilendirmekten geçiyor. Hem hükümetin ekonomi alanındaki yetkilileri hem de ekonomi bürokrasisi, meselenin neden kaynaklandığını ve neden paniğe gerek olmadığını iyi anlatmalılar.
Bunun dışında da yapılacak şeyler var. Bunlar; daha fazla dolar getirici yatırımlara yönelmek, dışarıdan daha fazla yatırım sağlamak, yatırımcıları çeşitlendirmek, ticari ilişkilerimizin olduğu ülke portföylerini genişletmek, tek bir bloka bağımlı olmamak şeklinde özetlenebilir. Kredi derecelendirme kuruluşlarının ve diğerlerinin raporlarına rağmen kim neden Türkiye'ye para getirsin diye düşünebilirsiniz. Ancak bu raporların gerçeği yansıtmadığını adı gibi bilen birçok ekonomik aktör ve ülke var. Hedefimiz bunlar olmalı.
Mesele ekonomik değil, dolayısıyla bu saldırıya karşı mücadele sadece ekonomi ile olmaz. Tekrar altını çizmek gerekiyor. Ekonomimiz sorunlu olsaydı, bu kur yükselişi daha yavaş ve ılımlı bir şekilde gerçekleşirdi. Salı gecesi yaşadığımız şeyin adı bir saldırı. Bu saldırıyı 2001 krizlerine benzetmek, çok büyütmek anlamına geleceği için bu tür benzetmeler de yapmamak lazım. Ortada bir kriz yok. Bir saldırı var ve bu saldırıya karşı bizim daha fazla kenetlenmemiz gerekiyor. Muhalefetin de bu saldırıyı iktidarın yıpranmasına yönelik bir fırsat olarak görmemesi gerekiyor.
Son bir not. Küreselleşmeye, tüm ülkelerin ekonomik, sosyal, kültürel yani her açıdan etkiye açık olduklarına inanan kesimler, söz konusu Türkiye olunca "her şeyi dış müdahaleye bağlıyorsunuz" sözleriyle karşımıza çıkıyorlar. O halde bu kesimlerin küreselleşme olgusuna karşı itirazlarını, dolayısıyla etkilenmenin nasıl mümkün olmadığını ve tüm dünyanın kabul ettiği küresel finansal saldırı gerçekliğini hangi bağlamda reddettiklerini görelim.