04 Aralık 2012, Salı

Susuyorum, öyleyse varım!

Acı ve keder bütün güzelliklerin üzerini örtüyor. Öyle günlerdeyiz. Ve ne yalan söylemeli, zor geçecek bir sonbaharın eşiğindeyiz…

Bazı sabahlar uyandığımda gökyüzünün doğusunu ışık sarısına boyayan güneşe bakıyor ve "acaba" diyorum; "güzelliklerin değerini bilseydik; kıpkırmızı açan cılız sardunyanın ve henüz dalındayken çatlayan incirin hakkını verseydik, böyle acı üretir, böyle kırıp döker miydik birbirimizi?" Az sonra, bu düşüncelerim bana fazla naif geliyor. Çocuksu bir kaçış belki bu yaklaşım! Ama politik-entelektüel gevezeliklere şimdilik karnım tok! Çok okudum, çalıştım, öğrendim; günlerim inceleme, yorumlama, yazma eylemiyle geçiyor. Yine de diyorum ki, aşktan meşkten hiç yan çizmeseydik keşke! Keşke sert rüzgâra direnen sardunyaların, zamana meydan okuyan zeytin ağaçlarının, Itri'nin ve Matisse'in yanında saf tutsaydık!

Kucağında dört yaşında bir çocukla, kalabalığın arasında öyle yalnız başına oturan genç bir anneyi anlatıyor Christian Bobin. Ama ne anlatma! "İşte böyle görüyorsun onu bir anda. Yalnızlığını bozmayan bir çocukla, yalnızlığını güzellik ve iyilik doruğuna taşıyan bir çocukla birlikteyken…" Bobin'in "Eksik Parça"sını okuyorum bu günlerde. Kısacık, küçücük ama içi tıka basa dolu bir kitap. Öyle hoşnutum ki, kitabı her yere götürüyor, gittiğim yerlerde açıp tekrar tekrar okuyorum. (Monokl Yayınları)

Perdeleri çekip güneşi dışarıda bırakıyorum. Hâlâ yazmış, vakit öğleden sonraymış, az uzakta masmavi bir deniz varmış, hava çok sıcakmış… Hiçbirini umursamıyorum şimdi. TV'yi açıyorum. DVD'yi de… Ingmar Bergman'ın; o soğuk fakat pek incelikli İskandinav ustanın 1975 yapımı filmi Persona'yı… Hemşire Alma durmadan konuşuyor. Hastası Elizabeth ise susuyor. Hastalığı o zaten. Susmak. Hemşire Alma bir ara dönüp diyor ki, Elizabeth'e; "beni kimse senin gibi dinlememişti!" Film insan ruhunu, kişilik ve kimlik algımızı sorguluyor. İç burkan, sarsan, izleyicisini zorlayan bir başyapıt. Bazı sahneler var; deniz kıyısındaki evin karanlıkta beyaz tüllerinin uçuştuğu, genç Liv Ullman'ın ikonografik yüzünü uzun uzun gösteren sahneler… Müthişler!

Bazı kıyı kasabaları, bazı yazlık siteler, bazı yazlık mekânlar beni şaşırtıyor: Her seferinde "İnsanlar bu sıkıntıları neden çekerler? Hangi tatil keyfi bu şehircilik ve mimari felaketlerini görmezden gelmemizi sağlayabilir?" diye düşünüyorum. Geçen hafta böyle bir yerdeydim. 36 derece sıcakta bir alışveriş merkezine akın akın gidip vasat bir burger, ketçapa bulanmış döner, lapa haline gelmiş makarna yerken "Oh, valla havalandırma sayesinde ne güzel serinledik!" diyebilmek için mi o kasabaya gidiliyor, anlayamadım. Kasabanın birkaç kilometre dışında güzel mi güzel, yeşil mi yeşil köyler var. Kiraz ve vişne ağaçları arasında, çardak gölgesinde bir çay içmenin çok keyifli olduğu yerler. Ama kimse oralara gitmiyor. Bir tepeye sıra sıra dizilmiş gökdelen boyutlarındaki TOKİ konutlarına bakarak çay içmeyi tercih ediyorlar. Garip şey!

"Ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek." Bir kasaba kitapçısında rafların arasına sıkışmış halde buldum Ah Muhsin Ünlü'nün "gidiyorum bu" adlı şiir kitabını. Biraz çello konçertoları, biraz çay, biraz şiir. Böyle geçiyor akşamüstleri.


30 AĞUSTOS - 12 EYLÜL 2012

SON DAKİKA