İki genç arkadaş laflamaktadır. Biri "Bak Jake" der; "hayatının bu şehirde elinden kayıp gittiğini hissetmiyor musun? En fazla 35 yıl daha yaşarız. Ölüp gideceğiz sonra! Gel gidelim buradan?" Öteki şaşkın halde, sorar. "Ne diyorsun sen yahu? Nereye gidecekmişiz!" Cevap gelir. "Güney Amerika'ya mesela!" Öteki kızar. "Denedim bunu. Bir yerden bir yere gidiyorsun diye kendinden de uzaklaşamıyorsun. Neden burada, Paris'te hayatını yaşamaya başlamıyorsun?" Aramın pek sıcak olmadığı bir romancının sevdiğim tek romanının; "The Sun Also Rises"ın (Güneş de Doğar) başlarında geçer bu konuşma. Gün gelir, çıkıp giderler yine de… İspanya'ya…
Biliyor musunuz, ilk 1926 yılında yayımlanan bu romana Hemingway ilk önce Fiesta adını vermiş. Bana sorarsanız, uyuyor. Ama Güneş de Doğar'ın metafizik bir etkisi var. Nereden aklıma geldi bütün bunlar. Çünkü bir gece youtube'da romanın TV dizisinden parçalarla karşılaştım. Yıllar önce TRT'de seyredip vurulmuştum. Başrollerden birinde Jane Seymour vardı ve ne güzeldi. Şimdi hatırlayan var mıdır acaba bu İngiliz aktristi?
Bu "güzel şeyler"i yazarken ne dinliyorum? Söyleyeyim: Cesaria Evora'dan Sodade. Gecenin bir vakti deniz kıyısındayım sanki... Kumsalda. Minik dalgalar ayaklarımı yalayıp geri çekiliyor… Huzur veriyor insana bu şarkı. Oysa ne garip ki kederlidir sözleri; özlemenin kederini anlatır.
Venedik mutfağıyla ilgili bir yazı okuyordum. Kalktım, polenta pişirdim. Bizim "mısır ekmeği"nin kardeşi. Çok uzun zamandır mutfağa girmemiştim iyi geldi. Basit ve sağlam bir tat. Mısır unu, süt, su, tuz, tereyağı ve azıcık parmesan. Ve bir de kısık ateşin hikmeti…
Bir kitapçıya girmeli ve kesinlikle "çok okunanlar" ile "yeni çıkanlar" raflarını geçip öteki rafları uzun uzun karıştırmalısınız. Neler, neler var! Değeri bilinmeyen çok değerli bir yığın kitap! Hepsi orada fark edilmeyi bekliyorlar. Sevgili filozofum Levinas'ın ne çok kitabı Türkçeye çevrilip yayımlanmış mesela. Sonra romanlar. Aralara sıkışıp kalmış Javier Marias ve artık okul ödevleri dışında pek kimsenin açıp okumadığı müthiş Peyami Safa romanları… Hepsi sizi bekliyor! Ben böyle bir kitapçıya girdim. Bir rafa baktım ve gördüm ki, meğer sevdiğim şair Roni Margulies'in şiir dışında denemeler ve anılardan oluşan ne çok kitabı varmış. Birkaçını hemen aldım.
Tweed paltomu dolaptan çıkarıp giymeye başladım. Dokusu yumuşacık. Ama artık bayağı eskidi. Sıcak tuttuğu da söylenemez. Fakat neden bilmem, bana "iyi" geliyor!
Geçenlerde bir öğle vakti kendimi Tünel Meydanı'nda buldum. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. "İşte" dedim içimden; "yıllar sonra dünyanın en kısa metrosuyla Karaköy'e gidip gelmenin tam zamanı!" Gidiş geliş bilet 5 TL. Tuhaf! Aynı zamanda dünyanın en pahalı metrosu olduğuna da eminim. Neyse… Çocukluğum ve gençliğimdeki büyülü Tünel atmosferini aradım, bulamadım!
Hayko Cepkin nasıl yorumlamış öyle Feridun Düzağaç'ın "Deli"sini! İşte budur, derim başka şey demem!
Bir dostum hatırlattı. Ahmet Güntan'ın "Ormanların Gümbürtüsü" şiiri ne güzeldir, nasıl içeriden vurur insanı! "Daha neler yapmadım seni unutmak için, neler yapmadım/aşk filmleri seyredip sonra aşksız bir dünyada/yürümek istemediğim için aşk filmlerine gitmedim/ kırmızı bir fular taktım bileğime şeytan kovmak için."
19 OCAK- 01 ŞUBAT 2012