03 Aralık 2012, Pazartesi

Sevilene değil, sevene bak!

Dünyanın sonu nasıl gelecek? Söyleyeyim mi? "Yok canım bir şeycik olmaz!" diye diye gelecek! Gitgide körleşen ve kibrinden yanına yaklaşılamayan aklımızın yaklaşan kıyameti görmesi mümkün mü? Gelmekte olanı fark edenlere de meczup gözüyle bakıyoruz…

Bir dakika! Derdim bunları söylemek de değildi ki! Bir filmdi anlatmak istediğim. Özellikle son 20 dakikası ürpertici bir şiir gibi geçen bir film. Lars Von Trier'in son filmi Melancholia… Bir genç kız Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde Melancholia'yı seyrettikten sonra eve giderken iki kere yanlış otobüse bindiğini anlatmıştı. Orta yaşlı bir adam "filmden sonra iki gün kendime gelemedim" demişti. Hak verdim onlara! Sabah'taki köşemde şöyle yazdım: "Bir süre başka film seyretmek istemiyorum."

Ekşi Sözlük yazarlarından biri Melancholia'yı değerlendirirken Kuran'daki kıyamet tasvirlerinden örnekler vermiş; iyi de yapmış! "Ay karardığı, güneş ve ay birleştirildiği zaman; insan o gün, 'kaçış nereye?' der. Hayır, sığınacak bir yer yok. Sonunda varılıp karar kılınacak yer yalnızca rabbinin katıdır. İnsan o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir." (Kıyamet Suresi, 8-10)

Sabaha 5'te birdenbire uyandım. Zihnimde belli belirsiz bir melodi! Durmadan tekrarlanıyor. Hatırladım sonra. Astor Piazzolla'nın muhteşem bestesi Oblivion! Yatağımın yanı başında duran iPad'e uzandım. Youtube'u açtım. Ne çok yorumu var. Hepsini tek tek dinledim. Kapattığımda saat çoktan 8 buçuk olmuştu. Gidon Kremer yorumu eşsiz. Milva'nın söylediği şarkı versiyonu da üzerinde durulmaya değer. Kim yorumlarsa yorumlasın, açılış akorlarını duymak bile insanı heyecanlandırıyor.

Bir TV dizisi: Alcatraz… Bir Lost değil. Ama derinliği olmasa bile etkisi var. (Hatta bir "ada"sı da var!) Prison Break de değil ama fena halde o havalarda! J.J. Abrams ve ekibinin son bombası! Ben sevdim.

Kumbaracı Yokuşu'nun başında çok hoş bir sürpriz! Morro Tünel. Bir İtalyan restoranı. Kapısından içeri girdiğiniz anda içiniz ısınıyor. Risotto'suna vuruldum! Bir de taş pizza fırınının bulunduğu küçük odadaki yuvarlak masaya…

"Kar İstanbul'da yine tutmadı, tutunamadı" derken öyle bir yağdı ki, oturduğum mahalle kış mevsiminde derin ve bembeyaz bir ıssızlık örtüsünün altına saklanan taşra kasabalarını andırdı. Ahmet Muhip Dıranas'ın "Kar" şiirini okuyarak pencerede çay yudumlamanın tam zamanıydı: "Buğulandıkça yüzü her aynanın/Beyaz dokusunda bu saf rüyanın/ Göğe uzanır-tek, tenha-bir kamış/Sırf unutmak için ey kış/büyük yalnızlığını dünyanın." ,

1920'lerin Almanya'sı… Filozof Heidegger ve daha sonra dünyanın önde gelen siyaset bilimi kuramcılarından olacak gencecik öğrencisi Hannah Arendt'in aşkı… Devlet Tiyatroları'nın yeni oyunlarından: Aşkın Sıradanlığı… Keşke biraz daha cesur bir teknik ve perspektifle sahneye koyulsaydı. Yine de hiç sıkılmadan izlenen iyi bir metni var. Genç Hannah'ı oynayan Deniz Elmas'ın enerjisi rejinin kusurlarını örtüyor. Meraklısı bu oyuna gitmeli! Peki aşk sahiden de sıradan bir şey mi? Sevilene bakarsanız, belki, evet! Sevene bakarsanız, asla, asla!

Şu futbolu ardımda bırakıp yoluma gideyim, diyorum. Artık sevilecek, heyecan duyulacak neyi kaldı, diyorum. Ve ne zaman böyle desem, karşıma El Classico çıkıyor. Her seferinde izlerken nefesim kesiliyor. Kral Kupası'nda Real ile Barca'nın karşılaşmalarını izleyip de heyecanlanmamış, haz duymamış, futbol sevmemiş biri var mıdır?

02 - 15 ŞUBAT 2012

SON DAKİKA