"Hepimiz varoluşumuzun herhangi bir anında sormuşuzdur kendimize, elimize hayatımızı yeniden yaşama fırsatı geçseydi tekrar aynı şekilde mi yaşardık, hangi yanlışlardan sakınırdık, hangi ihmal edilmiş şeyleri düzeltirdik, o gece o kadına onu sevdiğimi söylemeli miydim, neden ölümünden bir gün önce babamı ziyaret etmedim…
Hayat bir şeyle başka bir şey arasında sonsuz seçimlerden ibarettir, hiç bitmeyen bir seçim. Ama anaların, babaların, çocukların, hükümdarların, hâkimlerin bize dayattığı seçimlerdir bunlar. Özgür müyüz? Değiliz." Bu sözler Carlos Fuentes'in Terra Nostra'sından… Geçen hafta 83 yaşında hayattan ayrılan bu büyük yazarı analım istedim.
Fuentes'in bir zamanların kült aktristi Jean Seberg'le iki aylık tutkulu ilişkisini romanlaştırdığı "Diana"nın alt başlığı çok çarpıcıdır: "Yalnız Avlanan Tanrıça." Genç kadın 1969'da Mexico City'de bir film çekimi sırasında tanıştığı Fuentes'le ilişkisi başladığı sırada ünlü Fransız romancı Romain Gary ile çalkantılı bir evlilik sürdürüyordu. Gary'nin onun hakkındaki şu sözleri hep içimi yakar: "Ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin nasıl bir çile olduğunu tahmin edemezsiniz."
The rest is bullshit. Fotoğraflarına saatlerce bakıp kaldığım bir tumblr. Aralara da Adonis'ten, Beckett'den, Derrida'dan sözler serpiştirilmiş. Meraklısı baksın.
Karaköy kafeleri Tünel'dekilerin pabucunu dama atacak mı? Bilemem. Ama Karabatak ve CafeOps'ta oturmak çok keyifli.
Max Richter tutkum sürüyor. 1966 Doğumlu Alman bestecinin müziğinde bambaşka bir büyü var. Philip Glass kadar minimalist ve incelikli ama bir yandan da derinlerinde bir yerde Rahmaninoff saklayan ve sonra da caz ile elektronikanın sınırlarında dolaşmaya başlayan bir müzik! Aslında bu lafları paralayarak Richter'in müziğini tanımlama çabasına ne gerek var! Youtube'dan falan bir dinleyin, anlayacaksınız. Şu yazıyı bitireyim, hemen Richter'in 2010'da çıkan Infra adlı CD'sini müzikçalara koyacağım. Birisi Ekşi Sözlük'te bu cd'yle ilgili şu notu düşmüş: "Tanrım, müzik ne güzel bir şey."
Cihangir'de oturmuş laflarken çevredekilerden üzerimize doğru gelen gizli haset, dedikodu ve mızmızlıklar bulutunun şerrinden kaçmak için kalktık, kendimizi Tophane'deki Fasuli'ye attık. Pilav üzeri kuru ve ortaya mıhlama, yanına da turşu. Oh, mis! Dünya varmış!
Yemekten, tattan, bir sofrayı paylaşmanın güzelliğinden söz açınca… Şimdi mümkün olsa da, Çeşme'den Ildırı'ya giderken birden sola, deniz tarafına sapıp sitelerin arasından geçtikten sonra o kötü taşlık, topraklık yola girsek… Sahildeki salaş Ada Balık'tan içeri girip kumun üzerine bir masa kurmalarını rica etsek… Ayakkabılarımızı çıkartıp kuma basarak nar gibi kızarmış barbunlarımızı yesek... Tamam, tamam! Kesiyorum. Yağmurlu bir İstanbul gününde çok tatsız bir özlem bu.
Bir yazarı anarak açtık ya, bu Güzel Şeyler sayfasını. Kapatırken de bir başkasını; çok sevdiğim bir yazarı analım. Malum, Lawrence Durrel'ın doğumunun 100. yılındayız. İşte şu söz onun İskenderiye Dörtlüsü romanındandır: "Kumarbazlar ve aşıklar gerçekte kaybetmek için oynarlar."
24 MAYIS-6 HAZİRAN 2012