Seçim haftasına girdik. Türkiye'nin kritik seçimlerin birisi yaşanacak Pazar günü. TBMM'in de temsil ulusal barajı aşarak temsil edilen partilerin sayısının değişke ihtimali var. Bu ihtimal meclis aritmetiğini de etkileyecek.
Seçimleri kritik kılan husus, bu tür ihtimal ile Türkiye'nin büyük değişim döneminden sonra, bu değişimin kurumsallaşma aşaması arasında kesişme yaşanmasıdır.
Ülkenin kurumsal açısından hem istikrara hem mecliste katılımcı ve uzlaşmacı bir yapının varlığına ihtiyacı var.
İstikrar ön koşul…
İstikrarı sağlayacak olan ise şüphe yok ki, AK Parti'nin tek başına iktidarının sürmesidir.
Seçim sonrası özgürlükçü iklime dönüş ise ikinci koşul…
Türkiye'nin bugün içinde yaşadığı tüm kısır tartışmalar rağmen toplumsal hatta önemli yol aldığını unutmamak gerekir. Bu yolun istikrar ve özgürlükçü yaklaşım ikili tarafından sağlanmıştır.
Nitekim bugün Türkiye'nin Güney sınırında yaşananlara bakınca, "İslamın bir itiraz, bir isyan aracı haline döndüğü radikal hareketler Türkiye"den her anlamda uzak duruyorsa, bunu kendi geleneklerimiz yanında, bir ölçüde AK Parti üzerinden yaşadığımız siyasi deneyime borçlu değil miyiz?" son derece önemli ve meşru bir soru olarak karşımızdadır.
Bunun algılanması, bu varsayımın içerdiği değişim unsurlarının hissedilmesinin kimileri için imkansız olması bu gerçeği değiştirmiyor…
Malum ortalama bir modernistin bilinç altı memleketi yıllarca şöyle açıklamıştır:
"Bu Müslüman ülke bir yandan laik ve demokratik bir rejimle idare edilir. Ancak bu laiklik varlığını İslami baskı karşısında ordu güvencesinde sürdürebilir. Bu durum, ordunun bu kaçınılmaz, hatta faydalı rolü demokrasinin kalitesini düşürür, ancak Türkiye"nin sosyolojik ve politik kaderi budur."
Toplumu ideolojik bir yapıya indirgeyen, değişimi ancak belirli bir siyasi şemsiyenin sınırları içinde mümkün gören bu bakış, gerçeği ne kadar yansıtmıştır?
Hiç bir şekilde…
Türkiye'nin son 15 yıldır yaşadığı özellikle bu yüzden devasa bir sıçramadır.
Türkiye iki pistte ilerledi.
Bunlardan ilki, siyasetin toplum tarafından kuşatılmasıyla gelen bir dinamizm, farklı ve yeni bir "toplumun"ın yönlendirdiği "siyasal" süreçti...
İkincisi ise, çoğulcu bir yeniden bireyleşme, daha doğru ifadeyle şahıslaşma süreci ya da "bireyin insana ulaşması süreci" oldu...
Üzerinde yaşadığımız topraklar bu iki eksenli gelişmeyi üç karşılaşma etrafında üretti.
Her bir karşılaşma, toplumsalın öne çıkması, öne çıkan toplumsalın siyaseti kuşatması olarak karşımıza çıktı.
Dindar-laik karşılaşması farklı değer sistemlerinin bir bünyede yaşamaya başlamasının en
önemli üreticisi olmuştur. Seküler, dini, geleneksel ve modern değer sistemlerinin aynı kişi tarafından tüketildiği bir yapı yeni ve önemlidir.
Kimlik-tarih karşılaşması, cumhuriyet döneminin yeniden okunması, gayri müslimlerin keşfi, 1915 tartışması üzerinden verili kimliğin demokratikleşmesi ve şeffaflaşması işlevini görmektedir. Toplum siyasetin önünde koşarak ona yol açmaktadır. Farklı değer sistemlerini besleyen bir işlev görmektedir.
Asker-sivil gerginliği son yıllardaki gelişmelerle ilk kez bir siyasi anlayış ile ordu arasındaki çatışma görüntüsünün ötesine geçmiş, ülke askerin siyasi ve askeri işlevlerinin toplum tarafından toplumsal gözle tartışıldığı bir noktaya gelmiştir.
Mesele bu yolun derinleşmesidir.
Tekrar edelim, iki koşul var:
İstikrar ve özgürlükçülük…