6-7 Ekim olayları sonrası daha gergin bir siyasi atmosferi solumaya başladık. İki gün önce Diyarbakır'da eşiyle semt pazarında sivil kılıkla alışveriş yaparken vurulan astsubay, Hakkari'de öldürülen askerler, Bingöl'de vurulan emniyet müdürü, Hizbullah-PKK arasında yaşanan tehlikeli ve ölümlü karşılaşmalar, örgütün eylem tarzını değiştirdiğine ve çatışma evresini başlattığına dair veriler bu iklimin unsurları.
Umudu korumak, barış süreçlerinin iniş çıkışlı olduğunu bilmekle birlikte, görüyoruz ki, Türk-Kürt barış treni ciddi bir yol kazası yaptı. İstikrar dönemi yerini bir anda krize haline bıraktı.
6-7 Ekim görüntüleri başta olmak üzere, son yaşanan olayların, devlet ve İmralı ya da örgüt arasında çözüm sürecine ilişkin bakış ve beklenti farkından kaynaklandığı ortadadır.
Geldiğimiz nokta, bunun için kriz olarak tanımlanması gereken bir noktadır.
Malum, AK Parti'nin çözüm arayışı ve beklentileri ile örgütünkiler arasında işin başından itibaren 'paradigma farkı' var.
Hükümet cephesinde çözüm süreciyle hedeflenen ve beklenen, bireysel hak alanı ve siyaset alanının genişlemesi, yerel yönetimlerin güçlenmesi, ayrımcı yasaların temizlenmesi, yeni bir vatandaşlık gibi unsurlar üzerinden, PKK'nın silahları bırakması, demokratik entegrasyon yoluyla sorunun kendiliğinden çözülmesidir.
Buna karşın Kürtler, örgüt ve İmralı için, esas hedef, sınırları belirli bir bölgede ve önemli ölçüde kendilerini yönetmeleri, kendi kurumlarını oluşturmaları, dağ kadrosunun siyasete girişi, Öcalan'ın serbest bırakılması üzerinden "kuvvetli bir özerklik türü"dür.
Pek çok deneyimde, pek çok çözüm sürecinde yaşanan, bu süreç sırasındaki sert inişler ya da çatışma ve görüşme içiçeliğinin temelinde Türkiye açısından bu paradigma farkı bulunmaktadır.
Durum somut olarak şu şekilde özetlenebilir:
"Suriye'de otorite boşluğu, Rojava'da PKK'nın arzu ettiği özerklik formülünü uygulamasına, Türkiye dışında siyasi olarak kökleşme hamlesi yapmasına zemin sağlamıştır. Bunun, Türk devletinin için demokratik buharlaşma politikalarına ters düştuğü çeşitli biçimlerle dile gelmişti. Rojava faktörü bu nedenle ortaya çıktığı andan itibaren Türk-Kürt barışında yeni bir unsur ve sorun oldu. Türkiye'nin türlü yollarla özerkliği kırma politikaları izlemesi, buna karşı PKK-PYD'nin Esad'la işbirliği, karşılıklı hamleler olarak gitti geldi. Sorunun patlama noktasına gelmesi IŞİD'in Kobane kuşatmasıyla oldu. IŞİD ortaya çıkıp Kobane düşme noktasına gelince zaman hızlandı. Türkiye Kürtlerinde Kobane hassasiyeti yükselirken, örgüt taleplerini yükseltti, Rojava'yı hızla ve acilen çözüm sürecine ve Türkiye'ye taşıma yolunu tuturdu. Velhasıl paradigmasını öne aldı. Türkiye ise tüm bu gelişmeleri ve risklerini gördüğü halde seyirci kalmayı bir koz kılmak istedi. Kobane ve Rojava fatkörünü farklı bir şekilde kuşatacağına, sorunun demokrasi üzerinden buharlaştırma politikasından taviz vermedi..."
Bugün gelenin noktada,
(1) Görüşmelerde tıkanıklık boyutu öne çıkmıştır.
(2) Rojava ve Kobane siyasi açıdan Türkiye'nin Kürt sorunuyla köprüler kurmuştur.
(3) Sınırlar tekrar çizilmiştir: Örgüt bu tür kalkışma politikaları üzerinden denetim altında tuttuğu bir sahayı Hizbullah gibi güçlerle, askerle paylaşma, askeri yeniden oyuna sokma riskini görmüş olmalıdır. Devlet ise halkla karşılaşma riskinin ne olduğunu görmüştür. Güneydoğu'da halkın yüzde 70'nin sokağa indiği kimi ilçeler, devlet yöneticileri açısından kendi güç sınırlarına işaret etmiştir.
(4) Türkiye'nin Kürt sorunun uluslararası niteliği artmıştır.
Bununla birlikte Kobane olayları bir paragraf içinde bir cümledir.
Öncesi ve sonrası ise tarihsel bir çözüm arayışının bir kriz anını oluşturmaktadır.