Ali Bayramoğlu

12 Ağustos 2014, Salı

Neden hep Erdoğan?

Erdoğan 2002 Kasım'dan beri iktidarda ve son 12 yılda katıldığı tüm seçimlerden oy oranını arttırak galip çıkan bir siyasetçi. Bu nasıl oluyor?

Karşımızda Erdoğan'ın 12 yılının ve AKP politikalarını tanımlayan 3 unsur bulunuyor.

İlk unsur ekonomik büyüme ve istikrar başarısıdır. Liberal ekonomi gereklerine kuvvetli bir sosyal politika dozunu enjekte eden AKP, kendi döneminde yeni ve güçlü bir orta sınıfın doğmasına yol açmıştır. Dünya Bankası'nın bir araştırması toplam nüfustaki orta sınıfın oranını 2002'den 2011'de yüzde 21'den yüzde 41'e yükseldiğini ortaya koymaktadır. Bugün 11.000 dolar civarında olan milli gelir 2002-2012 dolar bazında 3 misli, basit fiyatlarla yüzde 70 artmıştır. AK Parti'nin iktidara geldiği yıl olan 2002'de yüzde 74 olan AB tanımlı borç stoku 2012'de yüzde 36'ya düşmüş, yatırım ve hizmet harcamaların önü açılmıştır. Kuvvetli ve yaygın bir kamu hizmeti politikası sağlık sektöründen ulaşıma sektörüne ve teknolojik alana kadar bu orta sınıfın hareket ettiği alanı genişletmiş ve yaşam-özgüven kalitesini yükseltmiştir. Bu durum başta muhafazakar kesimler olmak üzere, toplumun farklı grupları tarafından "ekonomik bir eşitlenme", bir tür "demokratikleşme" olarak yaşanmış ve algılanmıştır.

AKP simgeleyen ikinci unsur büyük sınıfsal yer değişimi ve bu çerçevede sınıfsal mesafelerin azaltılmasıdır. AKP'nin öyküsü bir bakıma, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş modelinde siyasi, ekonomik ve kültürel merkezin dışında tanımlanan ve tutulan kesimlerin bu merkezlere dahil olmasının, bu yerleşik modelin değiştirilmesinin öyküsüdür. AB'yle ilişkilerin ve Kopenhag kriterlerinin de yardımıyla yaşanan demilitarizasyon, devletin yeniden yapılanması, Kürt kimliğinin kendisini ifadesinden, kamusal alanda başörtünün kabulüne, din-devlet-toplum ilişkilerinin normalleşmesine, laiklik ilkesinin demokratikleşmesine kadar giden temel hak ve özgürlüklerdeki genişleme bu değişimin hem araçları hem sonuçları olmuştur. İktidar mücadelesiyle demokratikleşme iç içe geçmiş ve bu durum toplum nezdinde ve toplumsal algıda "eşitlenme" hali olarak yer etmiştir.

Üçüncü unsur Erdoğan'ın ataerkil bir siyaset anlayışı üzerine oturan yönetim tarzıyla ilgilidir. Siyasetin hiç bir alana özerklik bırakmayan hegemonyası, siyasi kararların toplumsal taleplerle ilişki içinde değil, merkezi takdir çerçevesinde verilmesi, kurumsal katılımcı demokrasi unsurlarının reddi, eleştiri karşısındaki sınırlı tahammül AKP ve Erdoğan'ın 2002'den bu yanan değişmeyen tarzıdır. Bu tarz Erdoğan ordu, üniversiteler, kemalist yargı eski rejim unsurlarıyla mücadele ederken "güçlü siyasi irade ve cesaret" olarak algılanmıştı. Yeni rejim kurulma aşamasında AKP'nin kendi değer sistemini dayatma aracı olarak algılanan bu tarz iyice görünür hale gelecektir. AK Parti çevre duyarlılığına ve kamusal alan politikalarına ilişkin yeni toplumsal talepleri dışlaması ve asayiş nesnesine indirgemesi bu siyasi tarzın derinleşmesine ve otoriterleşmeyle özdeş görülmesine yol açmıştır.

Türkiye'de bugün siyasi hayat algısı bu üç unsur etrafında dönüyor ve bu çerçevede seçim sonuçlarını da belirleyen iki farklı siyasallaşma yaşanıyor. Buna göre muhafazakar kesim ilk iki unsur etrafında "demokratikleşme algısı"yla siyasallaşıyor. Erdoğan'ı iktidarda tutan ve ona seçim kazandıran husus budur. Buna karşılık diğer gruplar liberaller, laik kesim özellikle son unsur üzerinden "otoriterleşme" algısını öne çıkarıyorlar. Türkiye'nin otoriter imajını koyulaştıran da bu algıdır.

Bu iki farklı siyasallaşma, iki farklı kamuoyu, iki farklı gerçek tanımı Türk siyasi hayatının kritik geleşmeleriyle ilgili de ortaya çıkmaktadır. Son dönemlerde özellikle 17-25 Aralık 2013 tarihli yolsuzluk soruşturmalarından bu yana iki siyasi denklem paralel biçimde varlığını sürdürüyor.

Liberaller, laik kesimin savunduğu birinci denkleme göre AKP hükümeti yolsuzluklara batmıştır bunları örtbas etmek için yargıya mühale etmektedir ve bu otoriterleşmenin geldiği yeni bir aşamadır. Muhafazakarlar ise laik kesimin gözardı ettiği başka denkleme önem veriyorlar. Bu denklem devlet içinde büyük iktidar kavgası yaşandığı, yargı ve emniyette sızmış "Opus Dei" tarzı bir grubun yargı bağımsızlığının arkasına saklanarak, yolsuzluk dosyalarını bahane ederek hükümeti devirme ve sisteme el koyma planı üzerine oturuyor. Buna göre hükümetin yargıya müdahalesi yolsuzlukları bastırmak değil, gayri meşru bir yapıya müdahale etmek, kendisini ve demokrasiyi korumak zorunluluğundan kaynaklanıyor. Bu denklemi savunan kesim yolsuzluklara duyarsız olmaktan çok, iktidar kavgasında Erdoğan'ın kaybetmesi halinde kendisi açısından da büyük sosyolojik kayıplar yaşayacağı düşüncesiyle hareket ediyor.

Türkiye'nin siyasi dengeler gerçeği de bu iki parçanın oluşturduğu bütünle tanımlanır.

Bu koşullara, siyasi muhalefet yokluğunu ya da muhalefin klişeleşmiş bir pozisyonda, eski rejimin dinamiklerini savunmasını eklerseniz, Erdoğanın neden sürükli kazandığı sorusuna yanıtı da bulmuş olursunuz.

SON DAKİKA