2002'den itibaren hızlanan değişim sürecinin ana teması da asker oldu. Hemen her siyasi kriz, her kritik an, asker-sivil ilişkilerini kuşattı.
İlerleyiş doğrusal oldu.
Asker, adım adım kışlasına çekilmek, elindeki kimi siyasi ayrıcalıkları kaybetmek zorunda kaldı. Ve en önemlisi, darbelerin ve darbe girişimlerinin de aralarında olduğu siyasi fiillerinden ötürü yargı önüne çıktı.
Bu genel süreci bir anlamda "askerî olandan arınma" olarak tanımlayabiliriz.
Arınma, kaçınılmaz olarak değişimi, tasfiyeyi ve yaptırımı içerir.
Bu arınma sürecinin en üst noktalarından birisini 12 Eylül davasıyla yaşadık. 12 Eylül yargılamasıyla, bu yargılamaya AK Parti, CHP ve MHP'nin taraf olmasıyla, halk adına TBMM'nin müdahillik başvurusunda bulunmasıyla, önemli bir an yaşandı.
Ama bu durum başka tartışmaları da gündeme getirdi.
Arınabilecek miyiz ya da böyle mi arınmalıyız?
12 Eylül yeni yıldönüm haftasında bu soruları tekrar sormak elzemdir.
12 Eylül, bir askerî darbeydi.
12 Eylül, insanlık suçları işlemiş bir rejimin adıydı.
12 Eylül, tüm ülkenin geleceğini ipotek altına alan; toplumu, siyaseti, devleti, hukuku, askeri yeniden yapılanmaya tutan ağır bir girişimdi.
Arınmak o zaman zor bir iş…
Darbeciler, anayasal düzeni yıktıkları için hüküm giydiler.
Bir başka aşamada sorumlular işledikleri insanlık suçlarından ötürü yargılanmalılar.
Bunlar da aslında yetmez…
Tortuları çok 12 Eylül'ün ve 12 Eylül'ün millî güvenlik ideolojisinin…
Bu ideolojinin en kritik düzenlemelerinden biri, 1983'te çıkarılan 2945 nolu Millî Güvenlik Kurulu Kanunu'ydu, örneğin.
Ve bu kanun, ne yazık ki hâlâ yürürlükte…
Kanunun 2. maddesi, millî güvenliği, "Devletin anayasal düzeninin, millî varlığının, bütünlüğünün, siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması" şeklinde tanımlar.
4. maddesi, bu tanıma istinaden MGK'nın görevleri arasında, "Ülkenin siyasî, sosyal, iktisadi, kültürel ve teknolojik durum ve gelişmelerini sürekli takip ederek değerlendirmeyi, millî hedefler yönünde güçlenmelerini sağlayacak temel esasları tespit etme"yi sayar.
Kapsayıcı ve siyaseti ikame edici bir tanım…
Millî Güvenlik Genel Sekreterliği Yönetmeliği ne denli değişmiş olursa olsun, MGK'nın tanımsal ve sembolik konumu, anlamı ve yeri değişmemiştir.
Nitekim kanunda devletin millî güvenlik siyaseti, "Millî güvenliğin sağlanması ve Millî Güvenlik Kurulu'nun tespit ettiği görüşler dâhilinde Bakanlar Kurulu tarafından tespit edilen iç ve dış savunma hareket tarzlarına ait esasları kapsayan siyaset" olarak tanımlanmıştır.
Bu çerçevede millî güvenlik politikası, millî güvenlik kavramının kapsadığı alan da dikkate alınırsa, eğitimden ekonomiye, dış politikadan siyasî hareketlere tüm siyasî alanı kapsayan resmî bir devlet politikaları manzumesini ifade eder.
Yasa tasarısının genel gerekçesi de dikkat çekicidir:
"12 Eylül 1980 öncesi devlete müteveccih iç tehditlerin ulaştığı boyutlar ve tehditler karşısında Millî Güvenlik Kurulu'nun tetkik, araştırma ve incelemeleri sonucu tespit ettiği ve büyük çoğunlukla 12 Eylül'den sonra uygulanan tedbirlerin, zamanın yürütme, yasama ve yargı organlarınca yerine getirilmemesi veya istenen şekil veya düzeyde uygulamaya konmaması sonucunda hasıl olan durumlarla tekrar karşılaşmayı önlemek için anayasanın öngördüğü esaslar çerçevesinde Kurulun ve Genel Sekreterliğin görev, yetki ve çalışma usulleri yeni tasarıda yer almış bulunmaktadır…"
Yaşanan bunca değişimden sonra tüm bunların karşılığını yok saymamak gerekir.
Hâlâ teşkilat yasalarında tüm bakanların birinci görevi, 'devletin millî güvenlik siyasetini uygulamak' olarak tanımlanmıştır.
Demokratik bir Türkiye'nin, devlet değil, insan merkezli bir güvenlik tanımı olması hem simgesel hem fiilî açıdan çok önemlidir.
MGK'nın yetkileri fiilen AK Parti iktidarı tarafından sınırlandırılmış olsa da mevcut düzenleme, herhangi bir konjonktür değişiminde eski uygulamalara kapı açabilecek niteliktedir.
Dememiz odur ki arınmak daha çok çaba ister.