Siyasi gündem tümüyle dış politikaya kilitlenmiş durumda.
IŞİD meselesi, Türkiye'nin koalisyon içinde nasıl yer bir alacağı, Rojava'da Kobene saldırısı, PKK'nın bu saldırı üzerinden barış sürecinin bittiğine dair duyuruları sadece dış politikayla sınırlı gelişmeler değil.
Her biri iç politikaya yansıyor ve yansımaya devam edecek…
Türkiye'nin Ortadoğu politikası görünür dört unsur üzerine oturuyor:
-Arap Baharı'nın simgelediği değişim dalgasında diktatörlükten çıkan ve çıkmaya çalışan Sünni ülkelerde demokratik kurumların yerleşmesi arayışı…
-Bu çerçevede ılımlı olarak nitelenebilecek, seçimlerle iktidara gelmeyi hedefleyen, ileriye dönük çoğulculuk potansiyeli taşıyan Hamas, İhvan gibi hareketlere verilen destek…
-Filistin, Gazze gibi can yakan sorunlarda siyasetin şiddet karşısında temsil ettiği erdemin alan kazanması arayışı…
- İran merkezli Irak'tan Lübnan'a uzanan Şii koridor politikasına karşı yukarı Ortadoğu'da bozulan ve riskler taşıyan Sünni-Şii dengesinde denge arayışı…
Türkiye'nin bu politik tutumu varlığını uzun süredir sürdürüyor.
Ancak değişik dönemlerde değişik sonuçlara yol açabiliyor.
İlginç bir şekilde Türkiye'nin "İslam ve demokrasiyi bir araya getiren model ülke" olarak algılanması da, model ülke olmaktan çıktığı iddiası da bu unsurlar çerçevesine karşımıza çıktı.
Bölgede koşulların ve dengelerin değişimi, Türkiye'nin ana politikasını bu koşullara uyarlama çabası, bu çerçevede aldığı (örneğin Mısır'daki askeri darbeye karşı) aktif tavır Türkiye'nin imajını Batı'da bir uçtan diğer uca taşıdı.
Nitekim Arap Baharı'nın ilk döneminde, Tunus'ta, Mısır'da halk harekeleriyle diktatörlükler yıkılırken, Ürdün, Suriye, Yemen gibi ülkelerde bu tür rejimler tehdit altına girerken, Batı dünyasıyla birlikte bu değişimi destekleyen Türkiye, gerek tavrıyla gerek bu ülkelere önerdiği varoluş modeliyle (İsrail ve Gazze paratezini dikkate almazsak) "el üstünde" tutuluyordu.
Arap Baharı'nın ikinci evresinde Tahrir Meydanı'nda bu kez İhvan iktidarına karşı toplanan gruplar ile asker ilişkisi bir "geri dönüş"e, askeri darbeye yol açarken Türkiye buna yüksek sesle karşı çıkıyor, darbeyi destekleyen Batı'ya tavır alıyordu. Aynı dönemde Gezi olaylarının patlaması, o günlerde yaşanan gerginlik, polis şiddeti vesile oluyor, Erdoğan hükümetinin otoriter eğilimleri iddiası, Tahrir-Taksim paralelliği arayışı yeni imaja kapı açıyordu.
Değişen neydi?
Değişen Türkiye'nin dış politik tavrı, siyasi yakınlıkları değildi.
Değişen iç politik dengeler de değildi.
Elbet Gezi olayları kötü yöneltilmişti, Avrupa'nın pek çok ümkesinde sık olduğu gibi. Şiddet dili ve polis şiddeti ölçüsüzdü, yine pek çok Batı ülkesinde zaman zaman olabildiği gibi. AK Parti'nin dili sert, hatta meydan okuyucuydu, alkış aldığı dönemler dahil her zaman olduğu gibi. Basın özgürlüğü gibi konularda karne dün neyse, o gün oydu.
Değişen bölge dengeleriydi…
Mesele, temel olarak, dün değişimi destekleyen Batı'nın bugün geri dönüşü desteklemesi, buna itiraz eden AK Parti'yle ters düşmesi, sarsıcı dalgaların birbirini takip etmesiydi. Erdoğan'ın Batı karşıtlığı, ülkedeki anti-semitzim iddialarının Türkiye'ye yönelik olumsuz bakışta yeniden yer bulması, imaj değişimin bir nedeni değil, daha çok bir sonucuydu.
Türkiye'de yaşanan devlet-toplum gerginliği, siyaset ve toplum arasındaki kimi kanalların tıkanması, asayiş ve kriz ortamının doğuşu, iktidarın sertleyşmesi, muhalefetin yükselmesi, elbette yaşanan değişikliklerdi, ancak hiç biri bu imaj değişimini tek başına üretecek nitelik ve çapta değildi.
Hiyakenin özü şudur:
Türkiye gündemi sadece IŞİD meseli üzerinden değil, aslında uzun süredir bir yönüyle, ağırlıklı yönüyle dış politaya endeksli…