6 Ekim 1943'te Aragon uzun bir şiir yayınlar. "Grevin Müzesi" adını taşıyan bu şiirin kimi dizeleri şöyledir: "Polonya sınırında bir cehennem/ Korkunç bir şarkının ıslığı/ Auschwitz! Auschwitz/ Ey kanlı heceler… İlk kez anılıyordu Auschwitz. Ünlü şair, Auschwitz'in varlığını, işgalci Alman güçleri tarafından buraya gönderilen Marie-Claude Vaillant-Couturier'in dostu Pierre Villon'a ulaştırmayı başardığı şifreli mektuplardan öğrenmişti. Mektuplar dikkate alındığında Auschwitz bir işkence ve ölüm kampıydı. Birkaç yıl sonra gerçek açığa çıkacaktı. Auschwitz, 55 milyon can alan 2. Dünya Savaşı sırasında katledilen 6 milyon Yahudi'den 1 milyonunun yakıldığı ölüm kampıydı. Annette Wieviorka "Auschwitz mutlak kötülüğün kavramıdır, insanın insana yaptığı ve hep yapabileceği kötülüğün kavramı…" sözlerini boşuna sarfetmemiştir. Başlangıçta Oswiecim adında sakin bir kasabaydı, burası. Nazileri adını Auschwitz olarak değiştirmiş ve bir cehennem inşa etmişlerdi. Bugün tüm binalarıyla ve dokusuyla ayakta tutulan, müze haline getirilen bu ölüm kampını geçen yıl ziyaret etmiştim.
İnsanın tarihi bilgilerini, aklındaki rakamları silip atan, tahayyülünü aşan modern ölüm teknoloji mekanını kelimelerle anlatmak zordur. Bir insan topluluğunun bir başka insan topluluğuna sistematik olarak reva gördüğü, 1 milyon insanın canını alan muamele, insanlığın, varlığımızın karanlık yüzüdür. Auschwitz ve Nazi dönemi bu karanlık yüzünün tek örneği değil, ama en yakını, en acımasızı ve moderni. Peki bugün anlamı ne tüm bunların? Şu: Ortada insanlıkla ilgili bir soru var. Ve bu soru sanıldığı gibi insanlar başka insanları bu yolla ve siyaseten nasıl öldürebiliyorlar değildir. Niteki Anna Arendt "kötülüğü sıradanlığı" der. Asli soru insanların bunu nasıl sindirdikleri, bununla nasıl yaşadıkları, nasıl yüzleştikleri sorusudur. Sıradan adamın kötülük yapması onun için ne kadar sıradansa, yaptığı kötülüğü unutması, doğrulaması, silmesi de o kadar
sıradandır. Bunun içindir ki yüzleşme kendiliğinden ortaya çıkan bir an değildir. Almanlar bunun en büyük örneğini oluşturuyor. Nazi dönemi kadar, bu dönemle yüzleşme açısından ciddi bir örnek… Kasım ayı başında bu açıdan ilginç bir geziye katıldım. Alman Dışişleri Bakanlığı altı kadar gazeteci ve tarihçiyi Nazi dönemiyle nasıl yüzleştiklerini anlatacakları, "Geçmişin Ağır Mirası" başlıklı bir haftalık Berlin ziyaretine davet etmişlerdi.
Sonuç?
Yüzleşmeyi üç aşamada yaşamış Almanlar. İlk aşama mağlubiyet koşullarında gerçekleşmiş. Galip ülkelerin hukuku çerçevesinde kurulan Nürenberg gibi mahkemeler, Almanya'yı tepeden tırnağa yeniden şekillendirme politikaları, buna uygun bir devlet ve eğitim sisteminin oluşturulması bu aşamanın temelini oluşturuyor. İkinci aşama daha önemli. Zorlama olmadan, kendi başına yüzleşme kolay iş değil. Nitekim Federal Almanya'nın kurulmasından sonra yaklaşım, Adenauer'un dediği gibi "geçmişi kendi haline bırakalım" şeklindeymiş. Ancak 1960'larda gençlerin babalarına 'neden yaptınız' sorusunu sormaya başlamaları, bunu simgeleyen öğrenci hareketleri, Nazi kasabı Eichemen'ın yakalanması, edebi eserler, kamusal tartışmalar, Frankfurt'ta başlayan Auschwitz davası, Almanların kendi iç dinamikleriyle yüzleşmesine zemin hazırlamış. Bu aşamayı Almanlar çok kolay geçirmememiş. "Almanlar bir millet olarak Auschwitz'ı hatırlamama hakkına sahiptir." "O gün haklı olan aynı konuda bugün haksız olamaz. Doğru şeyler yaptık" gibi pek çok çıkış olmuş. Ama galebe çalan küçük adımlarla devreye giren yüzleşme hamleleri olmuş.
Ancak asıl yüzleşme hamlesi 1985'te başlıyor Almanya'da. Hıristiyan demokrat başbakan Weizsacker mağlubiyet günü olarak anılan 2. Dünya Savaşı'nın bitiş gününde, 8 Mayıs'ta önemli bir konuşma yapıyor. Geçmişle yüzleşmeye cesaret ederek 8 Mayıs'ı özgürleşme günü ilan ediyor. Bu konuşma sonrası Almanya yeniden canlanıyor, bellek Alman toplumunun kendisiyle gerçek anlamda yüzleşmeye başlaması aşamasına geçiliyor… Okullar, üniversiteler, edebiyat, felsefe, basın, devlet Alman sorumluluğunu tüm yönleriyle ele alınıyor. Savaştan 30 yıl sonra… Bugünden 23 yıl önce… Zor, acılı, zorunlu bir süreç… Bu çağın olmazsa olmazı… Kendimize dönelim…
Türkiye'de 1915, 1934, 1938, 1942, 1955 hadiseleri tartışması her geçen gün artıyor ve derinleşiyor. Bu tür tartışmalar Türkiye'de de yaşanan bir değişimin, şeffaflaşmanın, sivil değerlere sarılmanın, demokratileşmenin taşıyıcı güçlerinden birisi haline geliyor. Hedefte ve merkezde zihniyet var. Hatırlamak, bilmek, arınmak hatırlayarak unutmak bunlar demokratik bir geleceğin inşaası için kaçınılmaz. Bunun aracı da toplumsal bir psikanalizden geçmek.