Medya tarihi, "Önce gazeteciyim, sonra ....." diyen meslektaşların öyküleriyle doludur. Yukarıdaki cümleyi özellikle tamamlamadım. "Nokta... nokta..." bıraktığım bölümü herkes kendi meşrebine doldurabilir: "İnsan", "Türk", "Müslüman", vs., vs.
Bir fotoğrafçıyı anlatmışlardı. Çalıştığı gazetenin bilmem ne bölümünde kendine uygun bir yer ayarlamış, makinesini doğrultmuş, avının boş anını bekleyen kedi gibi durmakta...
"Ne yapıyorsun orada..." demiş arkadaşı.
"Şşşişt," demiş bizim fotoğrafçı, "Konsantrasyonumu bozma!" (Şimdilerde 'konsantremi' diyorlar). "Karşıdaki binada bir işçi boya yapıyor. Bastığı kalas çok dengesiz. Düştü, düşecek... Eğer çekebilirsem, hem gazetenin manşetine çıkarım, hem de ödül kazanırım."
Basit gibi gözüken bu konu, medyacılıkta önemli bir tartışmanın kapılarını açar: Gazeteci, olayların akışına müdahale etsin mi, etmesin mi?
Örneğin, Silvan'da, PKK'lıların askerlere saldıracağını fark eden bir "Türk" gazeteci, birliği uyarmak yerine, çarpıcı fotoğraflar çekmeyi tercih ettiğinde hali nice olurdu?
Tahmin etmek zor değil: Türkiye'de meslektaşları tarafından aforoz edilirken, dünya medya örgütlerince ödüllendirilirdi.
Böylece darbecilere destek olan haber, iki büyük gazetede birden yayınlanabildi ertesi gün. (Tabii biz bunu çok sonra öğrendik.)
Soru: Bu vakada gazeteci olayların akışına müdahale etmiş sayılır mı, sayılmaz mı?