Siyasal bilgiler öğreten en eski yüksek okulumuz 160 yaşını aştı: 1859'da kurulmuştu Mekteb-i Mülkiye... Bugün Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak Ankara Üniversitesi'nin bir parçası...
Bu okulun koridorlarında ortaya atılmış "Önce Mülkiye sonra Türkiye" diye bir laf vardır. Kabaca, "Önce devlet, sonra toplum" demektir.
Bunun benzerini, askerlik yaparken subaylardan duymuştum: "Askere merhamet, vatana ihanet" derlerdi.
Sadece "disiplin" değildi kastettikleri. Mehmetçik yani halktan öte bir vatan fikri vardı zihinlerinde.
(Not: "Güçlü ordu, güçlü Türkiye" sloganı da aynı zihniyetin ürünüdür.)
Yönetici elitler böyle düşünüyordu çünkü siyaset, "devlet içinde" (bünyesinde) yapılan bir etkinlikti.
Toplum ise "asker ve vergi" çekilen, memur devşirilen, tarıma dayalı, köylü karakterli, şekilsiz bir güruhtu.
***
Artık toplum (yani sivil kesim) çok güç kazandı. Buna rağmen bugün hâlâ
"sivil" kelimesi kafamızı karıştırıyorsa, nedeni yukarıda anlatmaya çalıştığım çarpık yapıdır.
Sivil dendiğinde aklımıza ilk anda
"asker olmayan kişi" geliyor.
Bu yüzden de, mesela
"askeri yargının" karşısına,
"sivil yargıyı" koyuyoruz.
Ancak gelişmeler zihin dünyamıza ters ayakta yakalanıyor:
Soru basit: Peki
"sivil toplum" ne? Örneğin "Sivil Toplum Kuruluşu" ne?
Batı'da "sivil" deyince
"devlete dahil olmayan" kastediliyor. Yani hem "memur olmayan", hem de
"yönetici kadroların dışında yer alan" anlamında...
Sivil Toplum Kuruluşu dendiğinde, geçinmek için devlet bütçesinden para almayan (toplumdan, halktan) kişilerin, gönüllülük temeli üzerinde oluşturdukları örgütler şekilleniyor akıllarda...
***
Bizim halimiz ise tuhaf mı tuhaf. Hani deprem, sel, toprak kayması filan olduğunda, "elamanı ve aracı" bol olan askeriye yardıma koşar ya...
Siyasal Bilgiler mezunu bazı kalemşorlar da, buna dayanarak orduyu,
"en büyük sivil toplum kuruluşu" ilan etmişlerdi.
Niye böyle yaptılar?
Çünkü demokrat aydınlar, vesayetçi askeriyeyi eleştirirken, "sivilliği" öne çıkarıyordu...
Mülkiyeli militaristler de,
"Sivile yardım eden, icabında onlarla bir arada yaşayan asker de sivil sayılır" gibi bir deli mantığıyla orduyu parlatıyorlardı.
***
Bakıyorum da "sivil" kavramına ilişkin bu kafa karışıklığı, askeriyeyi, adliyeyi ve medyayı aşmış, Diyanet İşleri Başkanlığı'na kadar uzanmış.
Bakın Başkan
Ali Bardakoğlu ne diyor: "Biz sivil toplumun en sivil kuruluşuyuz... Toplumun en uç noktasına kadar her yerde görevlimiz var... İnsanlarla bir aradalar... İnsana 'ben devlet memuruyum' diye tepeden bakan kişiler değiller..."
Şahane değil mi?
İmamların, vaizlerin birer asker olmamasına ve gündelik hayatta halkla iç içe yaşamalarına dayanarak, koca bir devlet teşkilatını, sivil toplum kuruluşu ilan ediveriyor Bardakoğlu!
Aslında bu ayrımları gayet iyi bilen, entelektüel bir kişidir Başkan. Peki, el çabukluğuyla şapkasından bir
STK çıkarmasının mantığı ne?
***
Bardakoğlu'nun
"Bu teşkilat özerk olmalıdır" dediğini de öğrendiğimiz anda olay aydınlanıyor.
Özerklik talep ediyor Başkan. Devletin hegemonyasından kurtulmak istiyor.
Bunun ideolojik dayanağı olarak da, halka yakın olmalarını öne sürüyor.
Ama bu arada,
"Kendi kaynaklarımıza sahip olmalıyız" demeyi de ihmal etmiyor.
"Kendi kaynaklarımız" derken Ali Bardakoğlu'nun aklında ne var acaba?
"Sünni kesimden para toplamamıza izin verin" diyorsa, üzerinde düşünmeye değer bir fikirdir. (Zor tarafı:
100 bin kişilik kadro, o parayla beslenir mi? Kuşkuluyum.)
Yok eğer, "Kaynağı devlet versin ama biz özerk olalım" diyorsa, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?