II. TARİH
1. Başlangıçtan Müslümanlar Tarafından Fethine Kadar. İranlılar'la ilgili bilgilere tarihte ilk defa milâttan önce IX. yüzyıla ait Asur kaynaklarında rastlanmaktadır. Bu kayıtlardan, Ortadoğu'ya göç eden Hint-Avrupa kavimlerinden olan Medler'in Urmiye gölünün güneydoğusunda, Persler'in ise batısında oturdukları anlaşılmaktadır. Persler daha sonra güneye indiler ve bugün Fars adı verilen bölgeye yerleştiler. Zamanla bir imparatorluk kurarak sınırlarını genişleten Medler, Persler'i kendilerine tâbi kılarak Asurlular'a karşı bir ittifak oluşturdular, İskitler'i yenilgiye uğrattıktan sonra Bâbilliler'le birlikte Asur İmparatorluğu'nu çökerttiler. Böylece genişlemeye devam eden Medler doğuda bugünkü Tahran'ın bulunduğu yere kadar geldiler, daha sonra kuzeye yönelerek İrmîniye'yi hâkimiyetleri altına aldılar. Kültür yönünden Mezopotamya medeniyetlerinin etkisi altında kalan Medler, Astyages döneminde (m.ö. 580-550) çökmeye başladılar ve tarihe karıştılar.
Persler'in soyundan gelen diğer birçok krallık gibi Medler'e tâbi olarak varlıklarını sürdüren Ahamenîler, II. Kyros (Büyük Cyros) döneminde güçlü bir imparatorluk haline geldiler. Pers kabilelerini birleştiren ve kendisine yeni bir başşehir kuran Kyros Medler'e karşı ayaklanma başlattı. Milâttan önce 550'de Medler'in başşehri Ekbatana'yı işgal etti ve Med ülkesini bir eyaleti haline dönüştürdü. Daha sonra Lidya Kralı Kroisos'u yenilgiye uğratarak (m.ö. 547) başşehir Sardes'i ve Anadolu'nun diğer bölgelerini, milâttan önce 539'da Bâbil'i ele geçirdi ve yurtlarından sürülmüş olan İbrânîler'in Kudüs'e geri dönmelerine izin verdi. Ardından Suriye ve Filistin'i aldı. Kyros'un oğlu Kambyses de genişleme politikasını sürdürdü. Milâttan önce 525'te Mısır'ı istilâ etti. Kambyses Mısır'da iken Gaumata adında bir rahip Ahamenî tahtını ele geçirdi ve dinî kimliğini kullanarak saltanatını meşrulaştırmaya çalıştı. Milâttan önce V. yüzyılın sonlarında Ahamenî İmparatorluğu'na mensup olan Darius (Dârâ) tahtı ele geçirdi. Darius devletin yapısında reformlar gerçekleştirdi. İmparatorluğu yirmi eyalete ayırdı. Eyaletlerin başında bulunan ve doğrudan krala karşı sorumlu olan valilerin başlıca görevi vergi toplamaktı. Askerî işler yine doğrudan krala bağlı bir kumandanın sorumluluğuna verildi.
Darius, imparatorluğunu doğuya doğru İndus vadisine kadar genişlettikten sonra batıya yönelerek Ege sahillerindeki şehirleri ele geçirdi. Ancak milâttan önce 490'da Yunanlılar'la yapılan Marathon Savaşı'nda yenilgiye uğradı. On yıl sonra Yunanlılar üzerine büyük oğlu I. Xerxès kumandasında büyük bir ordu gönderdi. Xerxès kara savaşını kazandıysa da Salamis'te yapılan deniz savaşını kaybetti (m.ö. 480). Ahamenî İmparatorluğu'nun batıya açılması böylece sona erdi. Son Ahamenî hükümdarı III. Darius tahta çıktığında Makedonyalılar yeni bir güç olarak Ortadoğu sahnesinde belirdiler. Makedon Kralı Büyük İskender milâttan önce 334'te Anadolu, Suriye ve Mısır'ı aldıktan sonra İran'a yöneldi. Milâttan önce 331'de Ninevâ (Ninova) yakınlarında Gaugamela'da yapılan savaşta Darius savaş alanından kaçtı, daha sonra Media'da öldürüldü. İskender İndus vadisine kadar doğuya ilerledi, oradan tekrar Mezopotamya'ya döndü. Ahamenî İmparatorluğu böylece tarihe karışmış oldu.
Ahamenîler'in Zerdüştî olup olmadıkları hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Dareios'un yazıtlarında en büyük tanrının Ahura Mazda olduğu kayıtlıdır. Bu yazıtlarda iyilikle kötülükten oluşan ikilik, aydınlıkla karanlık arasındaki çatışma yine Zerdüştîlik esaslarında belirtildiği gibi anlatılır. Ancak yabancı tanrılara hoşgörülü bir yaklaşım ve ölülerin gömülmesi âdeti Ahamenîler'in Zerdüştî olmadıkları görüşünü desteklemektedir.
İskender'in kurduğu büyük imparatorluk ölümünden (m.ö. 323) sonra kumandanları arasında paylaşıldı. Mezopotamya, İran ve Suriye'yi Selevkos (Seleucos), Mısır'ı Ptolemaios aldı. Selevkos önce Dicle kıyısında kurduğu Seleukeia'yı başşehir yaptı, ardından başşehri Antakya'ya taşıdı. Seleukoslar'ın (Selevkoslar, Selefkiler) bütün güçlerini batı sınırlarına harcayıp doğuyu ihmal etmeleri, doğu eyaletlerinin merkezden bağımsız hareket etmesine zemin hazırladı. Parthia eyaletinde Parni kabilesinin reisi Arsakes, Seleukoslar'a karşı ayaklandı ve diğer kabileleri kendi önderliğinde birleştirdikten sonra Part İmparatorluğu'nu kurdu (m.ö. 250). Part Hükümdarı Mithradates, doğuyu ele geçirdikten sonra milâttan önce 141'de Seleuko Krallığı'na tamamen hâkim oldu ve böylece Partlar Ortadoğu'daki en güçlü imparatorluk haline geldi.
Romalılar, Partlar'ın kontrolünde bulunan İpek yolunu ele geçirmek için hazırlığa başladılar. Milâttan önce 53 yılından itibaren Romalılar ile Partlar arasında sürekli sınır savaşları oldu. Romalılar Mezopotamya'ya girmeyi ve Seleukoslar'ın başşehrini ele geçirmeyi başardılar. Romalılar'a karşı sonu gelmeyen savaşlar ve taht kavgaları Partlar'ı zayıflattı. Fars eyaleti hükümdarı Erdeşîr, Arsaki hânedanının son kralı Ardavan'a karşı gelince Arsaki hânedanı sona erdi (m.s. 224). Başlangıçta Helen kültürünün etkisi altında kalan Partlar milâttan sonra 77 yılına kadar paralarda Yunan harflerini kullandılar. Ancak daha sonra Mezopotamya kültürleri hâkim duruma geldi.
Ahamenî geleneğinin yaşadığı Fars eyaletinde eskiden beri mahallî hükümdarlar olmuştu. Bunlardan biri olan âteşkede muhafızı Sâsân kendi adıyla anılan Sâsânî İmparatorluğu'nu kurmuştu (226). Sâsânîler'den Erdeşîr öldüğünde (242) imparatorluk Suriye, Mısır ve Anadolu dışında eski Ahamenî İmparatorluğu'nun sınırlarına erişmişti. Erdeşîr'in oğlu I. Şâpûr, Roma topraklarına hücum edip Roma ordusunu yendi, Roma İmparatoru Valerianus'u esir aldı. Suriye'yi ve Kapadokya'yı da yağma etti. I. Şâpûr döneminde Mani peygamber olarak ortaya çıktı. Maniheizm'e sempatiyle yaklaşan I. Şâpûr bu yeni dinin imparatorluk sınırlarında yayılmasına izin verdi. I. Şâpûr'un ölümünden sonra yerine geçen I. Hürmüz de Mani'ye yakınlık gösterdi. Mani, I. Behram'ın krallığı döneminde uzun işkencelerden sonra öldürüldü.
IV. yüzyılın sonlarına doğru batıda gelişen bazı olaylar Sâsânî İmparatorluğu'na da yansıdı. Bu tarihlerde Bizans İmparatoru Konstantinos'un Hıristiyanlığı kabul etmesi üzerine Sâsânî İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan hıristiyanlar Bizans'ın dostu, devletin düşmanı sayıldı. Ermenistan da Hıristiyanlığı kabul edince eski ihtilâflar canlandı. Sâsânîler döneminde Zerdüştîlik devlet dini haline geldi. Dinî azınlıklar (hıristiyanlar ve yahudiler) özel bir vergi ödemek şartıyla serbestçe hareket edebiliyorlardı. Devletin geliri toprak vergisine dayanıyordu. Bundan başka kişi başına ödenen "gêzît" adı verilen vergiyle bir de gümrük vergisi bulunmaktaydı. Merkezden yönetilen devletin başında Sâsânî hânedanına mensup olması gereken bir şehinşah bulunuyordu. Şehinşahın ölümünden sonra yüksek aristokrasinin ve önde gelen rahiplerin desteğini kazanabilen hânedan üyesi hükümdar oluyordu.
Kubâd devrinde Sâsânî Devleti oldukça zayıf duruma gelmişti. Kubâd, asillere ve rahiplere karşı yeniden dengeleri kurabilmek için her alanda ortak mülkiyeti esas alan Mezdek'in fikirlerini uygulamaya koydu. Ancak şartlar daha da kötüleşti, 528 yıllarında son derece kanlı bir müdahale ile bu uygulamadan vaz geçildi. Mezdek hareketine son veren Veliaht I. Hüsrev, 538'de devleti güçlendirmek için bir vergi reformunu uygulamaya koydu. Orduda da bazı reformlar yaptı ve ordu kumandanlığını kendisi üstlendi. Devlet bir süre sonra istikrara kavuştu. Daha sonra Bizans'a karşı savaş açan I. Hüsrev 556'da bir barış antlaşması yaptı. Batıda barışı sağlayınca doğuya yönelerek Eftalitler'i (Akhunlar) yenilgiye uğrattı. Ardından Çin ve Hindistan'dan batıya uzanan ticaret yolunu kontrol altına alabilmek için Arabistan'ın güneyini ele geçirdi. Yemen Sâsânîler'in bir eyaleti oldu (570). Dönemi altın çağ olarak anılan I. Hüsrev örnek bir şehinşah olarak gösterilmiş, kendisine Enûşirvân lakabı verilmiştir.
I. Hüsrev'in yerine oğlu IV. Hürmüz geçti. Annesi bir Türk prensesi olduğundan kaynaklarda "Türkzâde" lakabıyla anılan Hürmüz döneminde Sâsânîler ile Bizans arasında şiddetli savaşlar meydana geldi. 590'da Hürmüz'ün gözlerine mil çekilerek yerine oğlu II. Hüsrev tahta çıkarıldı. Ancak ülkede bir iç savaş ve taht kavgası başladı. 601'de ülkede birliği sağlayan Hüsrev Bizans'a yöneldi ve Bizans kuvvetleriyle yapılan savaşı kazandı. 611 yılında Antakya ve Dımaşk'ı ele geçirdikten sonra Mısır'ı işgal etti. Öte yandan Sâsânîler'in kuzey ordusunu Anadolu'ya gönderdi. Bu ordu 613'te Kadıköy'e kadar ulaştı. 622'de karşı saldırıya geçen Bizans İmparatoru Herakleios ordusunu gemilerle Doğu Karadeniz'e taşıdı ve Azerbaycan'a ayak bastı. Hüsrev ise Avarlar'la iş birliği yaparak Bizans'ın başşehri Konstantinopolis'i kuşattı, fakat şehri ele geçiremedi (626). Bu sırada doğuda bulunan Herakleios, Konstantinopolis'e dönmeyip Avarlar ile yaptığı antlaşmadan sonra Mezopotamya'ya yürüdü. II. Hüsrev 628'de İran başşehrinde meydana gelen ayaklanmada öldürüldü.
Hz. Peygamber, Abdullah b. Huzâfe'yi II. Hüsrev'e elçi olarak gönderip kendisini İslâm'a davet etmiş, fakat Hüsrev gönderilen mektubun okunmasına tahammül edemeden yırtıp atmış, onun bu tavrı Resûl-i Ekrem'e haber verilince, "Allah da onun mülkünü parça parça etsin" demiştir. İslâm orduları Hz. Ömer devrinde Sâsânî ordularını 15 (636) yılında Kādisiye'de, 16'da (637) Celûlâ'da, 21'de (642) Nihâvend'de yenilgiye uğrattı. Son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd bu tarihten 31 (651) yılına kadar resmen hükümdar olarak kaldıysa da peyderpey topraklarını müslümanlara teslim ettikten sonra doğuya sığınmak zorunda kaldı, bir süre sonra da Merv'de öldürüldü. Sâsânî İmparatorluğu böylece tarihe karışmış oldu.
2. Fetihten Safevîler'e Kadar. Müslümanların İran'a karşı ilk askerî harekâtı Halife Ebû Bekir döneminde başladı. Hz. Ömer devri başlarındaki Köprü Vak'ası'nın ardından kısa bir duraklama geçirdi. Ancak son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd, Kādisiye (15/636) mağlûbiyetlerinden sonra imparatorluğun siyasî-iktisadî merkezi olan Irak'ı müslümanlara bırakmak zorunda kaldığı zaman Sâsânîler'in Araplar'a karşı mücadelesinin de sonunu tayin etmiş oluyordu. Arap orduları, kendi kaderine terkedilmiş olan Sâsânî başşehri Medâin'i hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçirdiler. Ardından dağılan kuvvetlerini yeniden toparlamaya çalışan III. Yezdicerd'i Sevâd ile İran arasındaki Celûlâ'da bir defa daha yenilgiye uğrattılar.
Askerî güçlerinin önemli bir kısmı dağılan İranlılar'a karşı İslâm fütuhatı yeni kurulan Basra ve Kûfe ordugâh şehirlerinden yürütülmekteydi. III. Yezdicerd'in büyük güçlüklerle topladığı son Sâsânî kuvveti de Nihâvend'de mağlûp oldu (21/642). Araplar'ın "fethu'l-fütûh" dediği bu zaferden sonra İran ordusu tamamen dağıldı. İran'da artık müslümanlara karşı mahallî hükümdarların idaresindeki kuvvetlerden başka direnecek bir güç kalmamıştı. Müslümanların Kûfe ordugâhından kuzey, Basra ordugâhından güney istikametinde yürüttüğü askerî harekât, Irâk-ı Acem ve Azerbaycan şehirlerinin kısa bir sürede fethedilmesiyle sonuçlandı. Otoritesi tamamen sarsılan III. Yezdicerd bir süre daha direnen Fars'ın düşmesinden önce Kirman'a kaçtı, oradan da Sîstan'a geçti. Hz. Osman döneminde Ahnef b. Kays kumandasındaki bir ordu 23 (644) ve 30 (650) yıllarında Kuhistan'ı geçerek Kum, Kâşân ve İsfahan'ı, 30 (650) yılından sonra da Herat, Merv, Merverrûz, Nîşâbur ve Tûs gibi önemli Horasan şehirlerini fethetmeye başladı. III. Yezdicerd'in direnişleri bir netice vermedi ve onun öldürülmesiyle Sâsânî Devleti tarihe karıştı (31/651). Mâverâünnehir ve Tohâristan VIII. yüzyıl başlarında, Taberistan aynı yüzyılın ikinci yarısında müslümanların hâkimiyetine girdi. Ancak Gîlân, Deylem ve Elburz dağlarındaki bazı bölgeler uzun süre ele geçirilemedi.
Araplar tarafından fethedilen şehirler, savaş veya barışla ele geçirilişine ya da ekonomik durumuna göre miktarı değişen bir defaya mahsus bir vergi ve bundan sonra da her yıl belli miktardaki haracı ödemek şartıyla mahallî hükümdarların idaresine verildi. İslâm'ı kabul eden İranlılar genellikle bu verginin dışında bırakılmaktaydı. Bu arada askerî ve idarî zümrelerden pek çok İranlı Araplar'ın hizmetine girdi. İran şehirleri zaman zaman isyana teşebbüs ettiyse de başarılı olamadı. İslâm, fetihleri takip eden yaklaşık iki asır içerisinde Orta İran ve Horasan'da önemli ölçüde yayıldı. Fars ve Kirman gibi ana yollardan uzak eyaletlerde ise Zerdüştîler kendi inançlarını korumaya devam ettiler. Deylem sınırlarındaki Kazvin, Azerbaycan sınırındaki Erdebil ve Horasan'ın uç bölgesindeki Merv başta olmak üzere İran şehirlerinin çoğunda Arap garnizonları kuruldu ve buralara Arap kabileleri yerleştirildi. Önce Hemedan, İsfahan ve Fars gibi Basra ve Kûfe ordugâhlarına yakın şehirler, ardından Kum, Kâşân, Kazvin, Rey vb. Orta İran şehirlerine Arap muhacirler iskân edildi. Bu iskânlar Horasan ve Sîstan gibi doğu eyaletlerine kadar yayıldı. Kabileler halinde gelen Araplar'ın yanı sıra gazâ ve cihad için sınır boylarına giden gazilerle ve Irak'ta tutunamayan Hâricî ve Şiî Araplar da İran'a geldiler. Ancak yeni gelenlerin yerlilerle kaynaşması kolay olmadı. İranlılar, Araplar'ı şeytanın (Ehrimen) müridleri olarak görmekte, hatta Kum'da olduğu gibi bazan onları taşlama yoluna dahi gitmekteydiler. Fakat bunlar Araplar'ı İran'a muhaceretten alıkoyamadı. Evlilikler yoluyla kurulan akrabalıklar zamanla bu iki kitlenin kaynaşmasını sağladı. Bu kaynaşma sonucunda çift yönlü bir etkileşim meydana geldi. Bir yandan İran'da İslâmiyet ve Arapça hızla yayılırken öte yandan yeni gelenler eski İran kültür ve geleneklerinden etkilendiler.
İran, Emevîler zamanında iktisadî, içtimaî ve dinî şartların tesiriyle bu hânedana karşı muhalefet merkezlerinden biri haline geldi. Ortaya çıkan karışıklıklarda artık İranlı mevâlînin de yerleşmeye başladığı Kûfe ve Basra ordugâhlarının rolü büyüktü. İranlı mevâlînin önemli bir kısmı Hz. Ali-Muâviye mücadelesinde Hz. Ali'nin yanında yer aldı. Mevâlî, Muhtâr es-Sekafî'nin Kûfe'deki isyanında ona destek verdi. İsyan hareketi kısa sürede Arap aleyhtarı bir mahiyet kazandı. Muhtâr'ın katlinden sonra Irak umumi valisi Haccâc'a isyan eden İbnü'l-Eş'as'ın tabii destekçileri de yine mevâlî idi. Emevîler İran ve doğu eyaletlerini, merkezi Kûfe olan Irak'ta kurdukları genel valilik ve Ziyâd b. Ebîh ile Haccâc gibi nüfuzlu valilerle yönettiler. Emevîler'in son zamanlarında İranlı, Berberî ve Türk asıllı askerlerin sayısı artmaya başladı. Ancak bunlar nâdir olarak kumandanlık makamına gelebiliyordu. Irak, Cibâl ve Horasan sık sık Şiî ve Hâricî isyanlarına sahne oldu. Özellikle Horasan'da çok iyi örgütlenen Abbâsîler bütün gayri memnun kitleleri kendi etraflarında birleştirmeyi başardılar. Muhaliflerin lideri Ebû Müslim, Horasan'ın çeşitli şehirlerini dolaşarak isyancıları teşkilâtlandırdı. Gittikçe büyüyen kuvvetlerin çoğunluğunu İranlı köylüler meydana getiriyordu. İranlı dihkanlarla Emevîler'den hoşnut olmayan Arap kabileleri de isyana aktif bir şekilde katıldılar. Horasanlılar'ın gayretiyle 131 (749) yılında Kûfe'de Abbâsîler'den Ebü'l-Abbas es-Seffâh adına hutbe okundu. Kaçan son Emevî halifesi II. Mervân'ın 132'de (750) Mısır'da öldürülmesiyle Emevî hilâfeti sona ermiş oldu.
Abbâsîler, kendilerini iş başına getiren İranlılar'a borçlarını başta Ebû Müslim olmak üzere onları önemli mevkilere getirerek ve mevâlî ile Araplar arasındaki iktisadî ve içtimaî eşitsizliği ortadan kaldırarak ödediler. Kısa bir süre sonra devlet merkezi Bizans kültürü etkisindeki Dımaşk'tan İran kültürü etkisindeki Bağdat'a taşındı. İhtilâle destek veren grupların başında gelen mevâlî artık Araplar'la eşit duruma geldi. Yeni kurulan devlet eski Sâsânî siyasî-idarî kurumlarından yoğun bir şekilde etkilendi. Vezirlik makamı Bermekîler ve Fazl b. Sehl gibi nüfuzlu İranlılar'a teslim edildi. Önemli görevler İranlı bürokrat ve kâtiplere verildi.
Ebû Müslim'in öldürülmesi (137/755) İran'da büyük rahatsızlık meydana getirdi ve onun intikamını bahane eden dinî-siyasî isyan hareketlerine zemin hazırladı. Yerli halkın da desteğini alarak Cibâl'de (merkezî İran) Sinbâd (Sunbâz), Herat, Sîstan, Bâdgīs'te Üstâzsîs, Mâverâünnehir'de İshak et-Türkî, Horasan'da Mukanna' isyan etti. Horasan'daki isyanların en tehlikelisi olan Mukanna'ın isyanı güçlükle bastırılabildi. Halife Mehdî-Billâh zamanında eski İran dinlerini ihya etmek amacıyla birçok ayaklanma meydana geldi. Bunların yanı sıra Hâricîler'in isyanı Horasan ve Sîstan şehirlerine yayıldı ve yaklaşık otuz yıl boyunca Abbâsî Devleti'nin doğu bölgelerini sarstı. Zenc adıyla bilinen siyahî kölelerin 869-883 yılları arasındaki isyanları da büyük bir tehlike oluşturdu. Zencîler, Güney Irak ve Güneybatı İran'ın önemli bir kısmını hâkimiyetleri altına aldılar. Abbâsîler'i sarsan isyanların en tehlikelisi, Azerbaycan'da başlayan ve kısa sürede Cibâl'e kadar yayılan Bâbek'in isyanıdır. Dinî-siyasî bir nitelik taşıyan Hürremiyye hareketinin lideri olan Bâbek, 3 Safer 223'te (4 Ocak 838) Halife Mu'tasım-Billâh'ın huzurunda idam edildi. Öte yandan Halife Emîn'in Horasan valisi olan kardeşi Me'mûn'u veliahtlıktan azletmesi, gayri memnun kitleye İran asıllı anneden doğan Me'mûn'un yanında yer alarak Araplar'a karşı baş kaldırma fırsatı verdi. İranlı Tâhir b. Hüseyin'in yönettiği ve büyük çoğunluğunu Horasanlılar'ın teşkil ettiği isyancılar, uzun mücadelelerden sonra Emîn'i katlederek Me'mûn'u hilâfet makamına geçirmeyi başardılar (198/813). Yeni halife de selefleri gibi önemli görevlere İran asıllı kumandan ve bürokratları tayin etti. Hatta hilâfete geçişinin ilk yıllarında devleti Merv şehrinden yönetti. Mu'tasım-Billâh'ın devlet içerisindeki İranlı nüfuzuna karşı bir denge kurabilmek için askerî görevleri Türk asıllı gulâmlarına vermesi, bu tarihten sonra İranlılar'ın Abbâsî devlet yapısı içerisindeki rollerinin giderek azalmasına sebep oldu.
İslâm'ın ilk iki asrında müslümanlar başta vezirlik, divan, divan kâtipliği ve posta teşkilâtı olmak üzere eski Sâsânî kurumlarını aynen ya da çok az değişikliklerle benimsediler. Abbâsî saray çevreleri giyim kuşam konusunda daha çok Sâsânî etkisinde kaldı, böylece İran kıyafeti Abbâsî sarayının resmî kıyafeti oldu. Sarayda İran nüfuzu giderek artınca eski İran bayramları Nevruz, Mihrican ve Râm günleri törenlerle kutlanmaya başlandı. Hilâfet merkezinin Dımaşk'tan Bağdat'a intikaliyle de İslâm sanatına tesir eden geç Helenistlik-Bizans sanatının yerini Bağdat'ta Sâsânî sanatı aldı.
III. (IX.) yüzyılın ortalarından itibaren Abbâsî Devleti'nin giderek zayıflaması, Horasan ve Mâverâünnehir'de İran asıllı ailelerin kurduğu mahallî hânedanların ortaya çıkmasına imkân hazırladı. Tâhirîler, Saffârîler, Sâmânîler ve Büveyhîler gibi hânedanlar, görünüşte Abbâsî halifelerinin yönetimini tanımakla birlikte gerçekte kendi hâkimiyetlerini güçlendirmek ve yaymak için çalıştılar. Bu hânedanlardan ilki Horasan'a hâkim olan Tâhirîler'dir (821-873). Saffârîler (867-1003) Sîstan, Mekrân, Sind ve Kirman'ı ele geçirip Horasan'daki Tâhirî yönetimine son verdiler. Sâmânîler (819-1005), Mâverâünnehir'deki hâkimiyetlerini arttırarak Saffârîler'i Horasan ve Orta İran'dan çıkarmayı başardılar ve sınırlarını Taberistan'a kadar genişlettiler. Karahanlılar'ın Mâverâünnehir'i ele geçirmeleri, İran'da yaklaşık dokuz asır devam edecek olan bozkır kavimleri ve Türk yönetiminin ilk habercisidir. Ancak Karahanlılar Horasan'a girmeyi başaramadılar. Sâmânîler'in ardından Gazneliler (963-1186), uzun mücadelelerden sonra Irâk-ı Acem'den (Cibâl) Hindistan'a kadar uzanan geniş bir alanda hâkimiyet kurdular. Dandanakan'daki mağlûbiyetlerinin (431/1040) ardından Horasan ve Sîstan'ı Selçuklular'a terketmek zorunda kalan Gazneliler, bugünkü Afganistan'da yönetimlerini yaklaşık bir buçuk asır daha devam ettirdiler. Hazar denizinin güneybatı sahilindeki Deylem bölgesinde ortaya çıkan Büveyhîler (932-1062), Irâk-ı Acem'de otoriteleri artık iyice sarsılan Abbâsîler'i İran'dan tamamen söküp atmayı başardılar. Deylem bölgesi dağlık coğrafî konumu sayesinde uzun bir süre İslâm akınlarına direnmiş ve İslâm öncesi kültürünü muhafaza etmiş, Abbâsîler'den kaçan Hz. Ali soyundan gelmiş kimselerin çalışmaları neticesinde III. (IX.) yüzyıldan itibaren Zeydiyye gibi Şiî muhalefet cereyanlarının etkisine girmişti. Büveyhîler'in kurucusu İmâdüddevle Ali b. Büveyh Rey, Kerec ve İsfahan'ı ele geçirdi ve şehrin hâkimiyetini kardeşi Hasan'a verdi. İsfahan'ı kendisine merkez yapan Hasan, uzun süren savaşlardan sonra Irâk-ı Acem'deki hâkimiyetini kuvvetlendirmeyi başardı. Bu sırada diğer kardeş Ahmed hilâfet merkezi olan Bağdat'a hâkim oldu (334/945). Büveyhî hânedanının en seçkin siması olan Adudüddevle Irâk-ı Acem, Fars, Kirman, Irak, el-Cezîre ve Uman'ı yönetimi altına aldı. Ancak ölümünden sonra başlayan taht mücadeleleri Büveyhî Devleti'ni zayıflattı. V. (XI.) yüzyıl başlarında iyice zayıflamış bulunan bu devlet önce birkaç parçaya bölündü, ardından Büyük Selçuklular tarafından hâkimiyetlerine son verildi.
Bunların dışında IV-VI. (X-XII.) yüzyıl İran tarihinde pek çok küçük mahallî hânedan göze çarpmaktadır. Taberistan ve Gîlân'da Bâvendîler, Deylem ve Azerbaycan'da Müsâfirîler (Sellârîler veya Kengerîler), Azerbaycan'da Revvâdîler, Taberistan ve Cürcân'da Ziyârîler, Arrân ve çevresinde Şeddâdîler hâkim olmuşlardır. Yine aslen Deylemli olan Büveyhîler'e akrabalığı bulunan Kâkûyîler, Büveyhîler'in iç karışıklıklarından istifade ederek İsfahan'ı ele geçirmiş, bazan müstakil, bazan da Gazneli ve Selçuklular'ın vasalı olarak yaklaşık elli yıl süreyle Irâk-ı Acem'in hâkimiyetini ellerinde bulundurmuşlardır.
Selçuklular, Mâverâünnehir ve Hârizm'deki uzun mücadelelerden sonra Horasan'a girerek Sultan Mesud'u Dandanakan'da mağlûp ettiler (431/1040). Savaş sonrası düzenlenen kurultayda fethedilecek topraklar Tuğrul ve Çağrı beylerle amcaları Mûsâ Yabgu arasında paylaşıldı. Başta Nîşâbur, Merv ve Herat olmak üzere Horasan şehirleri çok direnmeden Selçuklu yönetimine girdi. Tuğrul Bey'in anne bir kardeşi İbrâhim Yinal Rey, Kazvin ve Hemedan gibi Orta İran şehirlerini kısa bir sürede ele geçirdi. Hânedanın diğer üyesi Çağrı Bey'in oğlu Kavurd Bey ise babasına tâbi olmak üzere Kirman'a hâkim oldu.
Tuğrul Bey önce Kâkûye (Kâkeveyh) hânedanının idaresinde bulunan İsfahan'ı ele geçirdi (443/1051). Ardından Bağdat'a girerek buradaki Büveyhî hâkimiyetine son verdi (447/1055). Böylece Sâsânî Devleti'nden sonra ilk defa el-Cezîre'den Mâverâünnehir'e kadar bütün İran coğrafyası tek bir devletin sınırları içerisinde birleşmiş oldu. Sultan Alparslan, Malazgirt zaferiyle Bizans direnişini kırarak Selçuklu Devleti'nin sınırlarını daha da genişletti. Melikşah zamanında ise devlet Orta Asya'dan Akdeniz'e, Aral gölünden Mısır'a kadar uzanan büyük bir imparatorluk haline geldi.
Başlangıçta ülkeyi hânedan üyelerinin ortak sorumluluğunda kabul eden ve adem-i merkeziyetçi bir yapılanma içerisine giren Selçuklular kısa bir müddet sonra İran idarî geleneklerini benimsediler. Selçuklu hâkimiyetinin siyasî merkezi Nîşâbur, Rey, İsfahan, Merv ve Hemedan gibi eski İran şehirleriydi. Tuğrul Bey, kendisine Ali b. Abdullah Sâlâr-ı Bûzcânî ve Amîdülmülk el-Kündürî gibi İranlı vezirler tayin etti. Bu vezirlerin bir vazifesinin göçebe-asker Türkler ile yerleşik tebaa İranlılar arasında bir denge kurmak olduğu düşünülebilir. Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk'ün çabaları neticesinde askerî cephesi Türkler'e, bürokrasi cephesi İranlılar'a dayanan, hukuk olarak Sünnî İslâm'ı esas alan bir devlet sistemi kuruldu. Bürokrasi, bir kısmı daha önce Gazneli devlet teşkilâtında görev almış nüfuzlu bir İranlı kâtip sınıfının eline bırakıldı. 1050 yılından itibaren merkezî devlet anlayışı benimsenmekle beraber devletin kuruluş döneminde imtiyazlı bir konuma gelen Kirman'ın devlet içerisindeki ayrıcalıklı statüsü devam etti. Selçuklular, idarî açıdan İran coğrafyasında kendi dinî-siyasî telakkileriyle çelişmeyen mahallî hânedanların hâkimiyetlerine dokunmadılar ve bazan bunlara yenilerini de eklediler. Yezd ve çevresinde İsfahan'ı terke mecbur kalan Kâkûye hânedanı, Sîstan'da Nimrûz melikleri, Buhara'da Burhan ailesi, Hârizm'de Anuş Tegin ailesi Selçuklular'ın bu eyaletlerdeki temsilcileri oldular.
Selçuklular'ın askerî başarıları yeni Türkmen kabilelerinin İran'a akın etmesine yol açtı. Ancak bu Türkmen kabileleri ya Horasan'ın doğusunda tutulmaya çalışıldı ya da devlet ekonomisine ve şehir kültürüne en az zarar verecek şekilde Azerbaycan üzerinden Bizans'a yönlendirildi. Selçuklular'ın göçebe soydaşlarına karşı İran şehir kültürünü koruyan bu tutumu, XVII. yüzyıl müellifi Ebülgazi Bahadır Han tarafından açıkça eleştirilmiştir. Selçuklular zamanında İran'daki geniş arazi sahipleri olan dihkanlar toplumdaki imtiyazlı yerlerini muhafaza ettiler. Şehirlerde ise bürokratik, ilmî ve hukukî görevler, hânedan değişikliklerinden sonra dahi yerlerinde kalabilen belirli ailelerin tekelinde bulunmaktaydı. Selçuklu sarayı, İran dilini ve edebiyatını koruyup geliştirmede en az Sâmânî ve Gazneli sarayları kadar önemli idi. Resmî yazışmalarda ve bürokraside Nizâmülmülk'ten itibaren Farsça kullanıldı.
Melikşah'ın ölümünden (485/1092) sonra oğulları ve hânedanın diğer mensupları arasında çıkan taht kavgalarıyla zayıflayan imparatorluk, hânedanın son kudretli üyesi Sultan Sencer devrinde bir ara toparlandıysa da doğudan gelen Karahıtay istilâsı (536/1141) ve Oğuz isyanı (548/1153) sonunda yıkıldı. Bununla birlikte Selçuklu hâkimiyeti Irak ve Orta İran'da 590 (1194), Kirman'da ise 582 (1186) yılına kadar devam etti.
Selçuklular gibi yarı göçebe bir bozkır halkının İran'a gelişi iktisadî, içtimaî ve dinî açıdan gayri memnun bir kitlenin ortaya çıkmasına sebep oldu. İsmâilî propagandacılarının yoğun faaliyetleri bu kitleyi kendi yanlarına çekti. Selçuklu sultanları, Melikşah devrinden itibaren Hasan Sabbâh etrafında örgütlenen ve bazı müstahkem mevkileri ele geçiren İsmâilîler'le uzun bir mücadeleye girdi. Bu mücadelede önemli başarılar kazanılmakla birlikte İsmâilîler hiçbir zaman İran'dan sökülüp atılamadı. Fakat bunlar İran'da istikrarlı bir devlet kurmaya muvaffak olamadılar. Selçuklular'ın tarih sahnesinden çekilmesinden sonra da İsmâilîler boşalan siyasî zemini dolduramadılar ve Alamut'taki hâkimiyetlerine Hülâgû tarafından son verilinceye kadar sadece bazı müstahkem kalelerde tutunabilen marjinal muhalefet örgütü olarak kaldılar.
Selçuklu Devleti'nin yıkılışından sonra İran'da siyasî hâkimiyet küçük hânedanların eline geçti. Selçuklu hükümdarlarının, oğullarının eğitimiyle görevlendirdikleri atabeglerin güç ve nüfuzlarını arttırmaları müstakil hânedanların ortaya çıkmasına sebep oldu. Azerbaycan'da İldenizliler (1148-1225) ve Fars'ta Salgurlular (1148-1286), bu bölgeleri idare eden atabeg kökenli hânedanlar oldular. Yezd Atabegliği (1141-1318) Yezd ve çevresine hâkim oldu. Bu atabegliklerin yanı sıra aslen atabeglik olarak kurulmadığı halde kendilerine atabeg unvanı verilen hânedanlardan Büyük Luristan atabegleri (1155-1423) ve Küçük Luristan atabegleri (1174-1597) uzun süre hüküm sürdüler. Kirman ve çevresi, kendilerine Kirman Karahıtayları veya Kutluğhanlılar Devleti denilen hânedanın idaresine girdi.
Hârizmşahlar ile (1097-1231) Gurlular (1000-1215) arasında Selçuklu mirasının paylaşımı için başlayan uzun mücadelede Sultan Tekiş bir ara Horasan ve Irâk-ı Acem'e hâkim olduysa da Gurlular'a karşı kesin başarı ancak oğlu Alâeddin Muhammed zamanında kazanıldı. Hârizmşah Muhammed, babasının ölümü üzerine elden çıkan Horasan'dan sonra Mâzenderan, Mâverâünnehir, Kirman ve Irâk-ı Acem'i topraklarına katarak yaklaşık yarım asırlık bir süreden beri kesintiye uğrayan İran coğrafyasının siyasî birliğini yeniden kurdu. Muhammed, bütün düşmanlarını bertaraf edip batıdaki son siyasî rakibi olan Abbâsî hilâfetiyle mücadeleye girdiği sırada doğuda İran kapılarını tehdit eden Moğol tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Hârizmşahlar ile Moğollar arasındaki anlaşmazlık üzerine Cengiz Han güçlü bir orduyla harekete geçti (616/1220). Önce Otrar, Sığnak ve Hucend, ardından Buhara ve Semerkant gibi önemli Mâverâünnehir şehirleri Moğollar'ın eline düştü. Hârizmşah Muhammed kaçarak Horasan üzerinden Irâk-ı Acem'e geçti; Mâzenderan'a ve Hazar denizindeki Âbeskûn adasına sığındı ve kısa bir süre sonra burada vefat etti. Büyük oğlu Celâleddin yaklaşık on yıl boyunca Kuzey Hindistan, Irâk-ı Acem ve Azerbaycan'da mücadeleye devam ettiyse de çabaları Moğollar'ı durdurmaya yetmedi.
Moğollar, Cebe ve Sübütay kumandasındaki askerî harekâtın ardından Horasan üzerinden Irâk-ı Acem ve Azerbaycan'a girdiler. Celâleddin Hârizmşah'ın son önemli direnişini de 625 (1228) yılında İsfahan önlerinde kırarak kendi hâkimiyetlerini tanıyan Fars Atabegliği yönetimindeki Güney İran dışında bütün Orta ve Batı İran'ı yağmaladılar ve halkının önemli bir kısmını öldürdükten sonra harabeye dönen ülkeyi birkaç yıl kendi kaderine terkettiler. Ögedey Han zamanında İran ve Azerbaycan'daki Moğol hâkimiyeti daha da kuvvetlendi.
Mengü Han tahta çıkınca kardeşi Kubilay'ı Çin'e gönderirken diğer kardeşi Hülâgû'yu da batı harekâtını yürütmek üzere ilhan olarak İran'a tayin etti. 653 (1255) yılında Horasan'a giren Hülâgû ertesi yıl Alamut'u ele geçirerek İsmâilî hâkimiyetine, daha sonra Bağdat'a girerek Abbâsî hilâfetine (656/1258) son verdi ve Hazar denizinin güney sahilleri hariç bütün İran'da siyasî birliği kurdu. Bugünkü İran, Azerbaycan, Anadolu ve Irak'ın idaresi yaklaşık bir asır boyunca İlhanlı hâkimiyetinde kaldı.
İlhanlılar, Hülâgû'nun İran'a gelişinden sonra bürokratik ve idarî alanda yavaş yavaş İran geleneklerini benimsediler. Bu durum Gāzân Han'ın İslâm'ı kabulü ve içtimaî, idarî ve iktisadî sahalarda yaptığı reformlarla daha da hızlandı. Doğudaki Büyük Han Kubilay'ın ölümünden (693/1294) sonra artık akrabalık derecesi oldukça zayıflayan amcazadeleriyle tâbiiyet bağlarını koparan Gāzân Han İran'da bozkır geleneklerine, İslâmî ve İranî temellere dayanan bir devlet kurmak istedi. Ancak erken ölümü bu reformların başarısını azalttı. Onun vefatının ardından daha yarım asır bile geçmeden İran'daki Moğol hâkimiyeti sona erdi. Kısa sürmesine rağmen İlhanlı hâkimiyeti İran'da önemli izler bıraktı. Moğol istilâsı sırasında başta Horasan şehirleri olmak üzere önemli yerleşim merkezleri büyük zarar gördü. Moğol istilâsının ortaya çıkardığı karanlık tablo, toplumda kendine güvensizlik ve dünyevî hayattan kaçış şeklinde tezahür etti; özel olarak İran'da, genel olarak bütün Ortadoğu'da dinî-tasavvufî hareketlerin güçlenip gelişmesi için uygun bir zemin hazırladı. Bununla birlikte İlhanlı idaresi, ilk yarım asırdaki yağma ve tahrip döneminin atlatılmasından sonra İran'da olumlu izler de bıraktı. İlhanlı hâkimiyetinin merkezi olan Azerbaycan'da Gāzân Han devrinde Ucân ve Şenbigāzân, Olcaytu zamanında Sultâniye gibi yeni yerleşim merkezleri kuruldu. Tebriz, Merâga ve Bağdat gibi büyük şehirlerde önemli imar faaliyetleri yürütüldü.
İlhanlı Devleti'nin siyasî birliğinin sona ermesinin ardından İran'da hâkimiyet birtakım küçük hânedanlar arasında paylaşıldı. İlhanlılar'ın nüfuzlu kumandanı Emîr Çoban'ın torunu ve Timurtaş'ın oğlu Şeyh Hasan, Ebû Said Bahadır Han'ın vefatından (736/1335) sonra çıkan taht mücadelelerinde Azerbaycan'ın idaresini ele geçirdi ve burada Çobanoğulları hâkimiyetini kurdu. Şeyh Hasan'ın 744'te (1343) katlinin ardından kardeşi Melik Eşref önce Enûşirvân adına, 745 (1344) yılından sonra da kendi adına idareyi ele geçirdi ve bir ara gücünü Irâk-ı Acem'e kadar yaymaya muvaffak oldu. Melik Eşref'in ölümüyle (758/1357) Çobanoğulları'nın hâkimiyeti de sona erdi.
Batı İran'da İlhanlılar'ın vârisi olma iddiasıyla siyasî mücadeleye giren diğer bir güç de Celâyirliler'di (1340-1431). Celâyirli hâkimiyetine, VIII. (XIV.) yüzyılın sonlarından itibaren iyice güçlenen Karakoyunlu Türkmenleri tarafından son verildi. Çobanoğulları ve Celâyirliler, Azerbaycan'da İlhanlı mirası için mücadele ederken Orta ve Güney İran'ın hâkimiyeti İncûlular ve Muzafferîler arasında paylaşıldı. İncûlular (1303-1357), hânedanın son üyesi Şeyh Ebû İshak'ın 754 (1353) yılında Muzafferîler'den Mübârizüddin Muhammed tarafından öldürülmesine kadar Fars ve Güney İran'ın hâkimiyetini elinde bulundurdular. Aslen Moğol istilâsı esnasında Horasan'dan Yezd'e hicret ederek Yezd atabeglerinin hizmetine giren bir aileden gelen Muzafferîler (1314-1393) Orta ve Güney İran'a hâkim oldular ve Timur tarafından ortadan kaldırıldılar.
İlhanlı Devleti'nin çöküş devrinde Togay Timur'un hâkimiyetinde bulunan Horasan bu yıllarda Serbedârîler'in yönetimine girdi. Şiî karakter taşıyan bu içtimaî ve siyasî muhalefet hareketinin ilk merkezi Sebzevâr idi. Hareket kısa sürede Horasan'ın diğer şehirleriyle Mâzenderan, Gîlân ve Kirman'a kadar yayıldı ve 1336-1386 yıllarında muhtelif reislerin rehberliğinde Horasan ve Mâzenderan gibi İran'ın doğu ve kuzey kısımlarında etkili oldu. Bölgedeki istikrarsızlık ve adaletsizliğe bir tepki olarak ortaya çıkan Serbedârîler hareketi de âdil ve istikrarlı bir düzen kurmayı başaramadı. Kısa bir müddet sonra kendi içinde gruplara ayrıldı ve Timur tarafından yıkıldı. İlhanlılar'dan sonra Doğu İran'da ortaya çıkan diğer bir hânedan olan Kertler'in hâkimiyeti de (1245-1389) İlhanlılar'ın diğer siyasî halefleri gibi bölgesel hâkimiyetten öteye gidemedi ve bunlara da Timur tarafından son verildi.
Çağatay Hanlığı'nın zayıfladığı bir dönemde duruma hâkim olan Timur, Güney Horasan'daki Kert hâkimiyetiyle Sebzevâr'daki Serbedârîler'e ve Horasan'daki Toga Timurlu yönetimine son verdikten sonra batıya ilerleyerek Irâk-ı Acem ve Azerbaycan'a girdi. 794 (1392) yılında başlayan ve beş yıl süren sefer sırasında Mâzenderan ve Irâk-ı Acem şehirlerini ele geçirerek Güney İran'daki Muzafferî hâkimiyetine son verdi. Bunun üzerine Timur'a batı fütuhat yolu açılmış oldu. Kuzeyde Toktamış Han'ı, batıda Osmanlı, güneyde Memlük kuvvetlerini mağlûp eden Timur, Mâverâünnehir'i Akdeniz'e bağlayan büyük bir imparatorluk kurdu. Çin seferi esnasında ölümünden (807/1405) sonra imparatorluk taht mücadeleleri içine düştü ve İran'ın siyasî birliği bir defa daha bozuldu. İç mücadelelerin ardından Horasan genel valisi Şâhruh babasının tahtını eline geçirdi. Hâkimiyetini tanımayan yeğenleri İskender b. Ömer Şeyh'e karşı İsfahan'a ve Baykara b. Ömer Şeyh'e karşı Fars'a sefere çıktı. Bu seferin ardından Kirman'ı idaresi altına aldı. İmparatorluğun doğusu ve Orta İran Şâhruh'un hâkimiyetine girdi. Batı İran'da Timurlu yönetiminin temsilcisi Ebû Bekir b. Mîrân Şah, Timur tarafından tahtı gasbedilen Celâyirliler'den Ahmed b. Üveys ve Karakoyunlular'dan Kara Yûsuf'un saldırısına mâruz kaldı. VIII. (XIV.) yüzyıl sonlarına doğru Azerbaycan'daki son Moğol bakiyelerinin de Türkleşmesiyle Batı İran'ın etnik yapısı yeniden Türkler'in lehine döndü. Türkmen kitleleri, İlhanlı Devleti'nin yıkılmasının ardından güçlerini Van ile Urmiye gölünün kuzeyinde hissettiren ve daha sonra Tebriz'e hâkim olan Karakoyunlular'ın etrafında toplandı. Şâhruh, Azerbaycan'daki bu Türkmen nüfuzunu kırmak için 823 (1420), 833 (1429) ve 838 (1434-35) yılında üç defa batıya yürüdü. Ancak onun imparatorluğun batısını hâkimiyeti altına alma mücadelesi sonuçsuz kaldı ve Muhammed b. Baysungur'a karşı giriştiği bir sefer esnasında Rey'de öldü (850/1447). Şâhruh'un ölümü üzerine başlayan taht mücadeleleri sırasında Horasan ve Doğu İran büyük tahribata uğradı. Bu karışıklıklara son vermek isteyen Uluğ Bey, oğlu Abdüllatif tarafından katledildi (853/1449). Uzun mücadelelerden sonra Ebû Said Mirza Han tahta çıkmayı başardıysa da hâkimiyeti Mâverâünnehir, Horasan, Mâzenderan ve Kuzey Afganistan'ı aşamadı.
Batı İran'da da durum bundan farklı değildi. Şâhruh'un vefatından sonra Irâk-ı Acem ve Fars'a yeniden hâkim olan Muhammed b. Baysungur Horasan'a yürüdüyse de Bâbür'e yenilerek öldürüldü (856/1452). Bâbür'ün Irâk-ı Acem'i ele geçirme girişimi Karakoyunlu Türkmenleri tarafından başarısızlığa uğratıldı. Orta İran şehirleri birbiri ardına Karakoyunlu hâkimiyetine girdi. Timurlular'ın dâhilî mücadelelerinden istifade eden Cihan Şah, Horasan'ı zaptederek 862 Şâbanında (Haziran 1458) Herat'a girmeye muvaffak oldu. Ancak kısa süre sonra Horasan'ı yeniden Timurlular'a terketmek zorunda kaldı. Ardından da iki devlet arasında zâhirî bir dostluk kuruldu. Cihan Şah, Akkoyunlular'dan Uzun Hasan'a mağlûp olup öldürülünce (872/1467) Karakoyunlu toprakları Akkoyunlular'ın eline geçti. Bu durum Ebû Said Mirza Han'a, Timurlular'ın Şâhruh'tan beri sarsılan Batı ve Orta İran hâkimiyetini yeniden kurmak için bir fırsat verdi. Akkoyunlular ile ittifaka ve Akkoyunlular'ın günden güne artan güçlerine rağmen batıya yürüyen Ebû Said, Miyâne yakınlarına geldiği zaman bir fermanla Uzun Hasan'ı itaate davet etti. Fakat onun karşısında uğradığı yenilgiden sonra Timurlular, Batı ve Orta İran hâkimiyetini tamamen Akkoyunlular'a terketmek zorunda kaldılar. Mâverâünnehir'i ele geçiren Özbekler Herat'a girerek buradaki Timurlu yönetimine son verdiler. İran için büyük bir istilâ hareketine dönüşebilecek olan Özbek tehlikesi ancak Şah İsmâil tarafından bertaraf edilebildi.
Ebû Said'in öldürülmesinden (873/1469) sonra Uzun Hasan Irâk-ı Acem, Fars ve Kirman'a hâkim oldu ve başşehri Âmid'den Tebriz'e nakletti. Timurlular'dan Yâdigâr Muhammed'i destekleyen Uzun Hasan, Horasan'a hâkim olması için ona askerî yardımda bulundu. 875 Muharreminde (Temmuz 1470) muzaffer bir şekilde Herat'a giren Yâdigâr Muhammed'in kısa bir süre sonra Hüseyin Baykara'ya mağlûp olması ve katlinin ardından Horasan sınır olmak üzere Akkoyunlular ile Timurlular arasında dostane ilişkiler kuruldu. Böylece İran'ın büyük bir kısmı Uzun Hasan'ın hâkimiyetine girmiş oldu. Ardından Şah İsmâil, Irâk-ı Acem ve Fars'ı da ele geçirerek Akkoyunlu Devleti'ne son verdi (920/1514).
3. Safevîler'den Günümüze Kadar. Eskiçağ'lar boyunca büyük imparatorlukların bir parçası durumunda ya da küçük hânedanların elinde bölünmüş bir halde bulunan İran coğrafyasının 1501 yılında Şah İsmâil tarafından kurulmuş olan Safevîler'le birlikte İslâm tarihinde ilk defa müstakil bir siyasî kimliğe kavuştuğu, bu kimliğin Kaçarlar dönemiyle pekiştiği ve günümüz İran İslâm Cumhuriyeti'nin sınırlarının da bu zaman dilimlerinde teşekkül ettiği söylenebilir. Bu süreçteki en temel faktör, Safevîler'in on iki imam muhabbetini esas alan aşırı (gulât) Şiîliği devlet politikası olarak benimsemesi ve bunu İran coğrafyasına empoze etmesinde yatmaktadır. Zaman içerisinde gulât-ı Şîa'nın yerini İsnâaşeriyye Şîası'nın alması ve Kaçarlar döneminde hâkimiyetini pekiştirerek müesseseleşmesiyle birlikte bu yeni kimlik İran'da iyice yerleşmiştir.
1501'de Türkmen oymaklarının desteğiyle Akkoyunlular'a karşı kazandığı zaferin ardından Tebriz'e girip tahta çıkan Şah İsmâil kısa sürede İran'ın tamamını ele geçirdi. 1503 yılında Hemedan civarında kalan Akkoyunlu kuvvetlerini de mağlûp ederek Orta ve Güney İran'ı zaptetti. 1504'te Mâzenderan, Cürcân ve Yezd'i aldı. 1505-1507 yıllarında Diyarbekir'i topraklarına kattı. 1508'de ise Bağdat ve Güneybatı İran'ı aldı. 1509-1510'da Şirvan ve Horasan'ı ele geçirdi.
XVI. yüzyıl boyunca Safevîler doğuda Özbekler, batıda Osmanlılar'la mücadele etmek zorunda kaldılar. Safevîler'in gulât-ı Şîa'yı ideoloji olarak benimsemesi ve bu tür inançlara sahip olan Anadolu'daki geniş Türkmen kitlelerinin Safevî davasına sarılması onları Osmanlılar'la karşı karşıya getirdi. Yavuz Sultan Selim Çaldıran'da Şah İsmâil'i ağır bir yenilgiye uğrattı (920/1514). Çaldıran mağlûbiyetiyle Diyarbekir'i kaybeden Safevîler'in zararı aslında bundan daha büyüktü. Çünkü Şah İsmâil'in yenilmezliğine olan inanç yıkılmıştı. Müntesipleri için İsmâil hem sultan hem de mürşid-i kâmil idi. Çaldıran hezimetiyle bütün bu inanışlar kökünden sarsıldı. Safevî hânedanına destek veren Türkmen aşiretleri kendi aralarında bir güç mücadelesine girdikleri gibi bürokrasiyi ellerinde bulunduran Fârisîler'le de çekişmeye başladılar. Şah İsmâil'in 930'da (1524) ölümünün hemen ardından birbirine rakip olan bu aşiretler çatışmaya koyuldu ve 1526'da aşiretler arasında bir iç savaş meydana geldi. Babasının yerine on yaşında tahta geçen I. Tahmasb başlangıçta otorite kuramadı, devlet tamamen kızılbaş askerî kademelerinin eline geçti. Aşiretlerin kendi aralarındaki mücadele, Tahmasb'ın 940 (1533-34) yılında Şamlu aşiretinin reisi ve devletin gerçek anlamda yöneticisi durumundaki Hüseyin Han Şamlu'yu idam ettirmesiyle son buldu. Bu yıllarda Bağdat'ın Osmanlılar'ın eline geçmesi dışında Safevîler çok büyük toprak kaybına uğramadılar. 962 (1555) tarihli Amasya Antlaşması ile Azerbaycan topraklarının Safevîler hâkimiyetinde olduğu, Irâk-ı Arab, Van gölü çevresinin Osmanlı idaresinde kaldığı tesbit edildi. Böylece yirmi yıldan fazla bir süre için Osmanlılar'la barış sağlanmış oldu.
Tahmasb'dan sonra İran tekrar iç karışıklıklarla sarsıldı. Kısa süreli olarak tahta çıkan II. İsmâil ve Muhammed Hudâbende Şah dönemleri çalkantılar içinde geçti. Şah I. Abbas döneminin başlamasıyla (1587) Safevî Devleti yeniden toparlandı ve en parlak çağını yaşadı. İlk dönem Safevî Devleti'nin vasıfları terkedilerek bütünüyle yeni baştan yapılanmaya gidildi. Şah Abbas'ın gerçekleştirdiği yeniliklerin başında, ihtida etmiş Gürcüler'den oluşan gulâmlar birliğinin teşkili gelmektedir. Tahmasb zamanında başlatılmış olan bu düzenleme, Türkmen unsurlarının devlet içindeki üstünlüğünü ve etkisini ortadan kaldırmayı hedefliyordu. I. Abbas, bu politikayı hızlandırarak eyalet valiliklerine ve yüksek mevkilere bu gulâmları tayin etti. Abbas'ın tahta çıkmasından on yıl sonra Safevî ordularının başına Ermeni asıllı Allahverdi Han geçirildi. Bu dönemde Kafkaslar'dan çok sayıda gulâmın getirilmesi üzerine etnik ve sosyal yapıda önemli bir değişme meydana geldi. İran daha da kozmopolit bir kültür yapısına bürünmüş oldu. Yeni askerî birliklerle Şah Abbas, hem doğuda Özbekler'e hem de batıda Osmanlılar'a karşı başarılar kazanmaya başladı. 1598 yılında Özbekler'den Herat'ı geri aldı. 1603'te Osmanlılar'a karşı girişilen seferlerle Tebriz'e girdi. Aras nehri sınır haline getirildi. Her iki taraf da 1555 Amasya Antlaşması'na geri dönmüş oldu. 1623'te Bağdat'ta nüfuz tesis edildi.
Askerî başarıların yanı sıra Şah Abbas döneminde İran'da güzel sanatlarda da büyük gelişme meydana geldi. 1598'de başşehir Kazvin'den İsfahan'a taşınarak burası imar edildi. Aynı dönemde görülen ekonomik canlanma Avrupa ülkeleriyle diplomatik bağların kurulmasını da beraberinde getirdi. Şah Abbas'ın yerine geçen torunu Şah Safî'nin döneminde iki büyük şehir Kandehar ve Bağdat kaybedildi (1047/1637-38). 1639 yılında imzalanan Kasrışîrin (Zühab) Antlaşması ile Bağdat Osmanlılar'ın elinde kaldı. Şah Safî'nin yerine geçen oğlu II. Abbas askerî ve idarî kabiliyetleriyle büyük babası I. Abbas'a benzemekteydi.
I. Abbas döneminde uygulanmaya başlanan toprak sisteminin kökünden değiştirilmesi işlemi yeni karışıklıklara yol açarak Safevîler'i derinden sarstı. Öte yandan İsnâaşerî Şiî fıkhı ve politik teorisindeki değişme ve gelişmeler, din adamlarının İran'da giderek büyük siyasî güç haline gelmelerini sağladı. Her ikisi de harem entrikalarıyla tahta çıkmış olan son Safevî şahları Süleyman ve Hüseyin Mirza zamanında gerileme iyice hız kazandı.
Bütün bu faktörlerle gerileme sürecine giren Safevîler sonunda doğudan gelen baskılara karşı dayanamadılar. Daha önce Safevîler'e bağlı olan Gılzayî Afganlıları lideri Mîr Veys isyan ederek Kandehar'ı ele geçirdi. Bunu Abdâlî Afganlılar'ın isyanı takip etti. Mîr Veys'in yerine geçen Mîr Mahmud 1719 yılında bir muhalefetle karşılaşmadan Kirman'a girdi. İki yıl sonra daha büyük kuvvetlerle gelen Mahmud İsfahan'a yürüdü; altı ay kadar muhasaranın ardından şehri Sultan Hüseyin Mirza'dan teslim alarak tahta oturdu. Diğer taraftan Afganlılar, İsfahan'ı zaptetmelerine rağmen yalnızca Orta ve Güney İran'da otoritelerini hissettirebildiler. Mîr Mahmud 1725 yılında yeğeni Eşref Han tarafından tahttan indirildi. İran'daki karışıklığı fırsat bilen Ruslar 1723'te Derbend ve Bakü'yü ele geçirmişlerdi. Kısa bir süre sonra da Osmanlılar Azerbaycan'a girdiler. 1727'de Osmanlılar'la anlaşmaya mecbur kalan Eşref Han İran Kürdistanı'nı, Azerbaycan, Karabağ ve Gürcistan'ı onlara bıraktı.
Safevî hânedanını yeniden ihya etmek üzere II. Tahmasb'ın yanında yer alıp kendini "Tahmasb Kulı" olarak ilân eden Afşar aşiretinden Nâdir Han, Afganlılar'ı mağlûp ettikten sonra 1730 yılında İsfahan'ı ele geçirdi ve II. Tahmasb'ı tahta oturttu. Bu tarihten itibaren beş yıl boyunca giriştiği savaşlarla Nâdir Osmanlılar'a kaptırılan bütün toprakları geri aldı. 1733'te muhasara ettiği Bağdat'ı zaptedemediyse de Gence, Tiflis ve Erivan'ı yeniden topraklarına kattı. Aynı şekilde Ruslar'la da başarılı bir şekilde mücadele ederek 1735 tarihli Gence Antlaşması ile Derbend ve Bakü'yü geri aldı.
Bu arada Nâdir, 1732 yılında II. Tahmasb'ı azlederek yerine onun oğlu III. Abbas'ı tahta çıkardı. 1736'da Abbas'ı da tahttan indiren Nâdir kendisini Afşar hânedanının ilk şahı olarak ilân etti. Fiilen 1722'de çökmüş olan Safevî Devleti böylece son bulmuş oldu. Nâdir Hindistan seferindeyken İsfahan'daki Safevî hânedanı üyelerinin öldürülmesiyle de Safevî dönemi kapandı. Nâdir Şah, komşularına karşı elde ettiği başarılardan sonra İran'ı idarî bakımdan yeni baştan düzenleyip sağlam temellere oturtmak yerine taklit ettiği Timur'un yaptığı gibi Hindistan'ı istilâya girişti. 1738'de Gazne'yi alıp Delhi'ye ulaştı. Böylece İndus nehrinin batısındaki bütün toprakları ele geçirdi. Hindistan'dan bu defa Türkistan, Semerkant ve Hârizm'e yönelen Nâdir Şah başşehrini de İsfahan'dan Meşhed'e taşıdı. Nâdir Şah'ın, uygulamalarından rahatsız olanlar tarafından suikasta uğrayarak öldürülmesinden sonra İran'a hâkim olan Lur asıllı Kerim Han Zend dönemi nisbeten sakin geçti. Kerim Han'ın 1779'da ölümünün ardından taht kavgaları başladı. Türkmen aşiretlerinden olan Kaçarlar'ın reisi Ağa Muhammed Han bu durumdan yararlanarak Zendler'in hâkimiyetine son verdi. Tahran'ı başşehir yapan Muhammed Şah, düzeni sağlayarak İran'da ilk defa güçlü bir idarî mekanizma oluşturdu. 1797'de bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından yerine geçen yeğeni Feth Ali Şah ile birlikte İran da yeni bir döneme girmekteydi. XIX. yüzyılda Avrupalı güçler arasındaki çekişmeye sahne olan İran bu rekabetten etkilenmeye başladı. Basra körfezine inmeyi hedeflemiş olan Rusya, Kafkaslar'da giderek etkili bir siyaset izledi. Modern silâhlar ve ordudan yoksun olan İran daha fazla direnemedi ve 1800'de Gürcistan'ı Rusya'ya kaptırdı. Dünyadaki siyasî gelişmelerden ve özellikle Hindistan konusunda İngiltere ile Fransa arasındaki çekişmelerden habersiz olan Feth Ali Şah, Napolyon'la 1807 yılında Finkenstein Antlaşması'nı imzaladı. Bu antlaşmaya göre Fransa, Gürcistan'ı geri alması hususunda İran'a yardım edecek, İran da buna karşılık olarak İngiltere'ye savaş açacaktı. Bu antlaşmadan kısa bir müddet sonra Fransızlar'la Ruslar Tilsit Antlaşması ile aralarındaki düşmanlığa son verdiler. Bunun üzerine Rusya 1813 tarihli Gülistan Antlaşması ile Gence, Karabağ ve Kafkaslar'ın tamamını eline geçirdiği gibi Hazar denizinde donanması olan tek devlet haline geldi. 1826'da meydana gelen bir sınır meselesinden ötürü Rusya ile yeniden savaşa giren İran, 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması ile Erivan ve Nahcıvan'ı Rusya'ya verdi. Böylece Aras nehri iki ülke arasında sınır haline geldi. Bu durum Rusya ile İngiltere arasında yeni bir rekabete sebep oldu. 1834 yılında Feth Ali Şah'ın yerine geçen torunu Muhammed Şah doğuda Afganlılar'a kaptırılmış olan toprakları geri almaya niyetlendi. Fakat İngiltere'nin buna karşı gelerek Afganlılar'ı desteklemesi üzerine Muhammed Şah Herat'ı muhasara etmekten vazgeçti.
Hindistan'ı muhafaza etme yolunda çaba sarfeden İngiltere, Afganistan'ı tampon bölge olarak görmekteydi ve buraya asker yerleştirmişti. İran Herat'ı tekrar tekrar ele geçirmeye çalıştıysa da sonunda 1856 Paris Antlaşması ile Afganistan'ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Böylece Herat tamamıyla elden çıkmış oldu.
Muhammed Şah zamanında İran'da meydana gelen en önemli olaylardan biri Bâbîlik ve Bahâîlik hareketlerinin ortaya çıkmasıdır. Esas itibariyle dinî ve siyasî huzursuzluğun bir tezahürü olarak patlak veren bir isyanın ardından Mirza Ali Muhammed, 1844 yılında kendisini kayıp on ikinci imam Mehdî'nin "bâb"ı (temsilci) olarak ilân etti. Çıkan isyanı sert bir şekilde bastıran hükümet 1850'de Mirza Ali'yi Tebriz'de idam etti. Bâbîler'in, tahta çıkmasından iki yıl sonra 1852 yılında Nâsırüddin Şah'a suikast düzenlemesiyle üzerlerindeki baskı daha da yoğunlaştı. Daha sonra bu hareket Bahâîler ve Ezelîler olarak ikiye ayrıldı. Bahâîler'in lideri İran'dan sürgün edildi.
Nâsırüddin Şah, İran'ın bağımsız bir devlet olarak kalabilmesinin yapılacak köklü değişikliklere bağlı olduğunu idrak ettiyse de Ruslar İran'ı sıkıştırmayı sürdürdüler. 1865'te Taşkent'i ele geçirerek 1876'da Hokand Hanlığı'na son veren Ruslar 1868'de Buhara'yı aldılar. 1873'te Hîve Hanlığı'nı vasal haline getirip 1883'te de Merv'i ele geçirdiler. Böylece Etrak nehri boyu Rus-İran sınırı haline geldi.
Feth Ali Şah döneminde başlamış olan imtiyazlar Nâsırüddin Şah devrinde iyice hız kazandı. Ülkede ekonomik refahı yükselteceği düşüncesiyle Nâsırüddin Şah, Avrupalı güçlere tanıdığı imtiyazları giderek devlet politikası olarak benimsemeye başladı. Bir İngiliz vatandaşı olan Baron Julius de Reuter, 1872 yılında belirli bir hissenin şaha verilmesi karşılığında yirmi dört yıllığına büyük bir imtiyaz elde etti. "Reuter imtiyazı" olarak anılan bu imtiyaz, altın ve kıymetli taşlar hariç İran'daki bütün yer altı madenlerinin işletilmesi hakkına ilâveten fabrikaların inşası, demiryollarının döşenmesi, kanal ve sulama işleri, orman ürünleri işletmesi, bir bankayla bazı kamu hizmetleri idarelerinin kurulması ve gümrüklerin kontrolünü kapsıyordu. Nâsırüddin Şah, Ruslar'ın baskısı ve halkın karşı gelmesiyle bu imtiyazları iptal etmek zorunda kaldı. Buna karşılık İngiltere, İran'da Imperial Bank of Persia'yı kurma imtiyazını elde etti; bu arada Ruslar da ayrı bir banka kurdular. Öte yandan 1890'da bir İngiliz firmasına verilen tömbeki imtiyazı tütün aleyhine verilen bir fetva ile çıkmaza girdi. Şîraz, İsfahan ve Tebriz'de din âlimlerinin başını çektiği büyük protestolar meydana gelince 1891 yılında imtiyaz iptal edildi. 1896'da Nâsırüddin Şah öldürüldü.
XIX. yüzyılda Avrupa güçlerinin İran'a ekonomik olarak nüfuz etmesi ve Batı kökenli fikirlerin girmesi toplumun geleneksel yapısını derinden etkiledi. Faaliyetlerini gizli yürüten birtakım derneklerde yeni meselelerin tartışılması, içtimaî ve hukukî reformların yanı sıra anayasanın ve meclisin teşkilini savunan hareketleri doğurdu. 7 Ekim 1906'da meclis toplandı, 30 Aralık'ta da anayasa Muzafferüddin Şah tarafından imzalandı. 1907'de tahta çıkan Muhammed Ali Şah, anayasayı ihlâl etmek ve meclisin faaliyetlerini aksatmak için elinden geleni yaptı. Önceleri anayasayı hararetle desteklemiş olan ulemâ, Batı kökenli reform taleplerinin giderek yoğunlaşması üzerine geri çekilmeye başladı. İçteki bu karışıklığın yanında dış güçler de İran aleyhindeki faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Almanya'daki gelişmelerden endişelenen İngilizler ve Ruslar 31 Ağustos 1907 tarihinde İran'ı kendi aralarında paylaştılar. Bu anlaşmaya göre arada tampon bir bölge bulunmak üzere ülkenin kuzeyi Ruslar'ın, güneyi ise İngilizler'in etki alanında kalacaktı.
Haziran 1908'de şah sıkı yönetim ilân ederek meclisi kapattı. Anayasa taraftarları, Tebriz'i işgal etmiş olan Ruslar'a rağmen şahın bu hareketine karşı direndiler ve Temmuz 1909'da Muhammed Ali Şah'ı tahttan indirdiler; yerine yedi yaşındaki oğlu Ahmed geçti. İki yıl sonra Muhammed Ali'nin yeniden tahtı ele geçirme teşebbüsü Ruslar'ın doğrudan müdahalesine yol açtı. Nihayet 24 Aralık 1911 tarihinde meclis tekrar kapatıldı.
İran, I. Dünya Savaşı esnasında tarafsız kalmasına rağmen Türk, Rus ve İngilizler'in çekişme alanı oldu. 1917'de Bolşevik İhtilâli sebebiyle Ruslar'ın bölgeden çekilmesi üzerine 1919 tarihli antlaşmaya göre İran tamamen İngilizler'in kontrolü altına girdi. Ancak Sovyetler Birliği ile yapılan 1921 tarihli antlaşmayla İngilizler'in baskısından kurtulabildi. Aynı yıl darbe ile yönetimi ele geçiren Rızâ Han cumhuriyeti ilân etmeyi düşündü. Fakat ulemânın muhalefeti sebebiyle bu fikrinden vazgeçti. 1923 yılında Ahmed Şah'ı tahttan indiren Rızâ Şah Pehlevî Aralık 1925'te kendini şah ilân etti. Böylece İran'da Kaçarlar dönemi kapanmış, Pehlevî dönemi başlamış oldu.
Kaçarlar devrinde geleneksel yapısından sıyrılmaya yüz tutan İran, Rızâ Şah Pehlevî'nin Batılılaşma ve modernizasyon uygulamalarıyla daha büyük değişimler yaşadı. Herhangi bir doktrini ya da ideolojisi olmadan son derece köklü reform programına yönelen Rızâ Şah işe önce askeriyeden başladı. Bütçenin üçte birini orduya ayırdı. Kamu hizmetlerini Batı tarzında düzenledi. 1926'da ceza hukukunu, 1928'de medenî hukuku yürürlüğe koydu. Kız ve erkek çocuklar için eğitim mecburi tutuldu. Hukuk ve eğitim alanlarında yapılan düzenlemeler İslâm hukukunun göz ardı edilmesine, ulemânın mevkiinin ciddi şekilde sarsılmasına yol açtı. Ekonomide de birtakım hamlelere girişen Rızâ Şah, İngiltere ve Rusya karşısında İran ekonomisini güçlendirmek için pek çok sektörde devlet tekelleri kurdu. Siyasî partileri, sendikaları ve basını tamamıyla kendi kontrolü altına aldı ve meclisi yalnızca bir imza makamı haline getirdi.
Rızâ Şah döneminde meydana gelen önemli gelişmelerden biri de Almanlar'ın siyasî ve iktisadî olarak İran'a sızmasıdır. Bunun üzerine İngiltere ve Rusya, 1941 yılında Rızâ Şah'a bir ültimatom vererek casus telakki ettikleri pek çok Alman'ın sınır dışı edilmesini istediler. Şahın reddetmesi üzerine 25 Ağustos 1941'de İngiliz ve Rus askerî birlikleri İran'ı işgal ederek şahı tahttan indirdiler. Johannesburg'a sürgüne gönderilen Rızâ Şah Pehlevî burada 1944'te ölünce İngiliz ve Amerikalılar'ın muvafakatiyle oğlu Muhammed Rızâ İran tahtına geçti.
Muhammed Rızâ Şah iktidara gelir gelmez bir taraftan Âyetullah Kâşânî'nin başını çektiği Fidâiyyân-ı İslâm, diğer taraftan 1942 yılında kurulmuş olan solcu Tudeh Partisi'nin baskısıyla karşılaştı. Tudeh Partisi, 1945'te Ruslar'ın da desteğiyle Azerbaycan ve Kürdistan'daki merkezî otoriteyi yıktı. Ruslar'ın 1946 Mayısında bölgeden çekilmesiyle destekten mahrum kalan Otonom Azerbaycan Cumhuriyeti ile Kürdistan Cumhuriyetçi Halk Partisi İran ordusuna karşı direnemeyerek çöktüler.
1941 yılında Almanlar'ın İran'dan çıkarılmasıyla boşalan üçüncü güç faktörünü Amerika Birleşik Devletleri doldurdu. Bu tarihten sonra Amerikalılar'ın İran'daki nüfuzu ve askerî varlığı giderek güçlendi. Nihayet 1947'de Truman doktrinine İran'ın da dahil edilmesiyle İran'ın siyasî konumu belirginleşmiş oldu. Öte yandan Tudeh Partisi'nin şiddete başvurması üzerine ülke anarşiyle karşı karşıya kaldı. Bir Tudeh üyesi Şubat 1949'da şaha suikast düzenleyince parti kapatılarak ülkede sıkı yönetim ilân edildi. Aynı yıl Muhammed Musaddık'ın başını çektiği Cephe-i Millî kuruldu. Cephe-i Millî, Hizb-i Zahmetkeşân, Hizb-i Millet-i Îrân, Câmia-yi Mücâhidîn-i İslâm, Fidâiyyân-ı İslâm ve çeşitli sol entelektüellerin bir araya gelerek Şah Muhammed Rızâ'nın diktatörlüğüne karşı oluşturduğu bir hareketti.
Şah, 1950'de hânedanın topraklarını topraksız köylülere dağıtmak üzere kurduğu bir vakfa transfer etti. Ancak başbakanlığa getirdiği Ali Rezmârâ'nın 1951 yılı Mart ayında bir Fidâiyyân-ı İslâm üyesi tarafından öldürülmesi yüzünden şahın bu teşebbüsü sonuçsuz kaldı. 29 Nisan 1951'de başbakan olan Musaddık petrolü millîleştirdi. Bu arada Cephe-i Millî ittifakı çözülmeye başladı. Musaddık'ın uygulamalarından rahatsız olan muhafazakâr kanat desteğini çekti. İran diğer taraftan, Batılı şirketlerin uyguladığı ambargo sebebiyle yaklaşık üç yıl boyunca petrol gelirlerinden mahrum kaldı. Ülke ekonomik krizle yüzyüze geldi. Musaddık giderek bir diktatör gibi hareket etmeye başladı. Önce senatoyu, Temmuz 1952'de anayasa mahkemesini, Ağustos 1953'te de meclisi kapattı. Sıkı yönetim ilân ederek basını susturdu. Neticede Cephe-i Millî tamamıyla dağıldı. Menfaatleri tehlikeye giren İngiltere, Amerika'yı İran'da darbe yapması için ikna etti. Central Intelligence Agency'nin (CIA) planına uygun olarak 13 Ağustos'ta Musaddık azledilerek yerine General Zâhidî getirildi. Musaddık'ın direnmesi üzerine şah geçici bir süre ülkeyi terketmek zorunda kaldı, fakat Zâhidî'nin Tahran'da kontrolü ele geçirmesi üzerine geri döndü.
Petrol krizi Musaddık'ın devrilmesinden sonra Ağustos 1954'te çözüldü. Buna göre İngiliz, Amerikan, Hollanda ve Fransız firmalarından oluşan bir konsorsiyum İran Millî Petrol Şirketi adına petrol çıkaracaktı. İran 3 Kasım 1955 tarihinde Türkiye, Irak, Pakistan ve İngiltere'nin oluşturduğu Bağdat Paktı'na girdi. 1959'da Irak'ın ayrılmasıyla pakt Merkezî Antlaşma Teşkilâtı (CENTO) adını aldı. 1957 yılında Amerika'nın yardımlarıyla istihbarat örgütü Sâzmân-ı Ittılâât ve Emniyyet-i Kişver (SAVAK) kuruldu. Ülkede gelir dağılımını dengelemek üzere 1958'de Bünyâd-ı Pehlevî adıyla bir vakıf tesis edildi. 1961'de şah değeri 47.500.000 sterlini bulan kendi mülkiyetindeki çiftlikleri, köyleri, otelleri ve tanker filosundaki hisselerini bu vakfa devretti.
Şahın hayata geçirdiği en önemli uygulama 15 Ocak 1962 tarihli toprak reformudur. Buna göre toprak sahipleri birden fazla köyü ellerinde bulunduramayacak, fazla topraklar devlet tarafından satın alınıp topraksız köylülere dağıtılacaktı. Aslında toprak reformu, Ocak 1963 tarihli referandumla kabul edilmiş olan ve içinde kadın haklarının iyileştirilmesi, okuma yazma seferberliği gibi radikal reformlar da bulunan şahın altı maddelik programının bir parçasıdır. "Ak Devrim" olarak bilinen bu programla şahın gerçek hedefi, kendisiyle halk arasındaki iletişimi engellediğine inandığı aşiret, ulemâ ve toprak zenginleri gibi güç odaklarını ortadan kaldırmaktı. Şahın bu niyetini anlayan ulemâ ve Cephe-i Millî Ak Devrim'e karşı çıktı. Eylül 1963'te seçimlere gidildi. Cephe-i Millî'nin boykot ettiği seçimlerde yeni kurulmuş olan ve şahın programını destekleyen Millî Birlik Partisi mecliste çoğunluğu elde etti.
Bu arada şahla ulemâ arasındaki çekişme 1963 yılında doruğa ulaştı. Toprak reformu konusunda referanduma gidilmesinin teklif edilmesi ve Kum şehrinde ulemânın faaliyetlerinin polis tarafından engellenmesi üzerine Âyetullah Humeynî liderliğinde mitingler yapıldı. Tutuklanarak ölüm cezasına çarptırılan Âyetullah Humeynî, Âyetullah Şerîatmedârî'nin girişimiyle ölümden kurtularak önce Türkiye'ye, sonra da Irak'a sürgüne gönderildi.
Öte yandan Ak Devrim'le sosyal ve ekonomik kalkınmanın gerçekleşeceğini düşünen şah tam aksi bir sonuçla karşılaştı. Sermaye ve teknik donanımdan yoksun çiftçi, toprak reformu ile elde ettiği toprağını tefecilere ve eski toprak sahiplerine kaptırdı. Bunun sonucunda şehirlere göç eden milyonlarca insan buralarda işsizler ordusu meydana getirdi. Petrol gelirlerinin halka yansımaması, aşırı silâhlanma, yüksek enflasyon ve en ufak muhalefetin İran Gizli Servisi tarafından sert bir tavırla bastırılması, hayat standartları iyice düşmüş olan halkın şaha karşı olan nefretini giderek arttırdı.
Bu ekonomik tablonun yanı sıra dinî düşüncedeki birtakım gelişmeler de halkın faal olmasında etkiliydi. Gaip imamın dönüşünü beklemektense ulemânın aktif biçimde siyasete katılmasını savunan Mehdî Bâzergân'ın yanı sıra Şîa'yı bir protesto hareketi olarak telakki eden Ali Şerîatî'nin görüşleri de kitleler üzerinde tesirli oluyordu. Öte yandan sürgünde bulunduğu Irak'taki faaliyetleriyle Âyetullah Humeynî de İran'daki gelişmeler üzerinde son derece etkiliydi. Humeynî, Necef'te 1969 yılında yayımlanan Ḥükûmet-i İslâmî yâ Velâyet-i Faḳīh adlı kitabıyla Şiî İslâm tarihinde yepyeni bir tez savunuyordu. Buna göre monarşi gayri İslâmî bir kurumdu. Monarşinin yerine yönetimi fukahanın elinde olan İslâmî bir hükümet kurulmalıydı.
Milyonlarca insanın katıldığı mitingler, Kum'daki medrese öğrencilerinin İran Gizli Servisi aleyhine yaptığı gösterilerle başladı. Daha önce şah tarafından bastırılmış olan Halkın Fedâîleri ve özellikle üniversite öğrencileri arasında geniş taban bulan Halkın Mücahidleri Örgütü yeniden canlandı. İranlılar kitleler halinde en yüksek dinî otorite kabul ettikleri Âyetullah Humeynî'nin şemsiyesi altında şaha karşı seferber oldular. Şahın çok güvendiği ordu bu isyanı bastıramadı.
Ülkede kontrolü yeniden sağlamak isteyen Şah Muhammed Rızâ birtakım çabalar içerisine girdi. 1975'te Hizb-i Restâhîz'i kurarak tek partili sisteme yöneldi ve partinin genel sekreteri Emîr Abbas Hüveydâ'yı başbakan olarak tayin etti. 1977'de Cemşîd Âmûzegâr'ı, 1978'de Ca'fer Şerîf İmâmî'yi başbakanlığa getirdi. 1978 Kasım ayında Genelkurmay Başkanı Gulâm Rızâ Ezhârî'nin başında bulunduğu bir askerî hükümet kurdu, fakat yine sonuç alamadı. Son bir çare olarak Ocak 1979'da Cephe-i Millî'nin eski başkan yardımcısı Şahbur Bahtiyar'ı başbakanlığa getirdi. Bahtiyar hükümeti İran Gizli Servisi'ni dağıtmaya, Güney Afrika ve İsrail'e yapılan petrol ihracını durdurmaya ve Filistin davasını üstlenmeye çalıştıysa da muhalefeti engelleyemedi. 15 Ocak 1979 tarihinde Şah Muhammed Rızâ'nın ülkeyi terketmesiyle İran'da yepyeni bir dönem başlamış oldu.
Şahın ülkeden ayrılmasından sonra Âyetullah Humeynî Fransa'dan İran'a geri döndü. Paris'te iken İslâm Devrimi Konseyi'ni kuran Humeynî'ye önceleri direnen Bahtiyar, şiddet olaylarının patlak vermesi ve ordunun desteğini kaybetmesi üzerine 11 Şubat 1979'da istifa etti. Daha önce 6 Şubat'ta Humeynî tarafından geçici başbakan olarak tayin edilen Mehdî Bâzergân bir ay sonra hükümeti kurdu. Mart sonunda referandum yapıldı ve 1 Nisan tarihinde İslâm Cumhuriyeti ilân edildi. Ortaya konulmuş olan anayasa taslağı 270 üyeli Meclis-i Şûrâ, başbakan ve cumhurbaşkanı öngörmekteydi. Bu anayasanın gözden geçirilmesi talepleri üzerine Humeynî bu işi bir uzmanlar heyetine (Meclis-i Hübregân) havale etti. Heyetin, Âyetullah Humeynî'nin ortaya attığı, devlet yönetimini ulemânın uhdesine veren "velâyet-i fakīh" teorisini anayasaya yerleştirmesiyle büyük bir değişikliğe gidilmiş oldu.
Bir müddet sonra Ebü'l-Hasan Benî Sadr cumhurbaşkanı seçildi ve İslâm Devrimi Konseyi ile birlikte 1980 baharında yapılacak meclis seçimlerine kadar ülkeyi idare etti. İki turlu olan seçimler 14 Mart ve 9 Mayıs 1980 tarihlerinde yapıldı. Âyetullah Humeynî ile özdeşleşen Âyetullah Bihiştî'nin başkanlığındaki Hizb-i Cumhûrî-i İslâmî 130 sandalye ile mecliste çoğunluğu elde etti. Bir süre sonra İslâm Devrimi Konseyi'nin ilga edilmesiyle birlikte hükümetin teşkili konusunda Benî Sadr ile Âyetullah Bihiştî arasında giderek yoğunlaşan bir sürtüşme baş gösterdi. Aralarındaki çekişmenin büyümesi üzerine Âyetullah Humeynî, velî fakih olarak anayasadan aldığı yetkiyle 10 Haziran 1981 tarihinde Benî Sadr'ı önce silâhlı kuvvetler kumandanlığından, ardından cumhurbaşkanlığından azletti. Benî Sadr Fransa'ya kaçtı. 28 Haziran 1981'de Hizb-i Cumhûrî-i İslâmî'nin merkezinde patlayan bombayla Âyetullah Bihiştî'nin yanı sıra pek çok bakan ve parlamenter hayatını kaybetti.
24 Temmuz'da yapılan seçimde Muhammed Ali Recâî cumhurbaşkanı oldu. 29 Ağustos'taki bir başka bombalı suikastla Muhammed Ali Recâî ve Başbakan Muhammed Cevâd Bahânûr hayatlarını kaybettiler. 2 Ekim'de yapılan seçimde Hüccetülislâm Seyyid Ali Hamaney'in cumhurbaşkanı olmasıyla bu makam da ulemânın eline geçmiş oldu. Suikastların ardında bulunduğu anlaşılan Halkın Mücahidleri Örgütü, devrim sonrası ortaya çıkan yeni rejimin karşılaştığı iç tehditlerden yalnızca biriydi. Rejim ulemânın kendi içindeki ihtilâflar sebebiyle de büyük bir sıkıntıya girdi. Ulemâdan Âyetullah Mahmûd Tâlekānî ve özellikle kıdemli bir âyetullah olan Şerîatmedârî, devrim sonrası yönetim biçimi konusunda Âyetullah Humeynî'den farklı düşüncelere sahiptiler. Rejim ayrıca komünist Tudeh Partisi'yle de mücadele halinde idi. Devrim sonrası yeniden faaliyete geçen Tudeh Partisi, tutuklanan yöneticilerinin Sovyetler lehine casusluk yaptıklarını itiraf etmeleri üzerine Nisan 1983'te, Hizb-i Cumhûrî-i İslâmî de iç çekişmeler sebebiyle Âyetullah Humeynî tarafından Haziran 1987'de kapatıldı. Ağustos 2000 tarihi itibariyle İran'da siyasî partiler bulunmamaktadır. Günlük politika, siyasî partiler gibi çalışan çeşitli eğilimler vasıtasıyla yürütülmekte ve fertler müstakil olarak 270 sandalyeli parlamentoya üye olmak için seçime girmektedirler.
İran, ihtilâlin başından beri içeride bu gelişmelere sahne olurken büyük bir dış tehlikeye karşı da mücadele etmek zorunda kaldı. Aralarındaki bir sınır meselesi bahanesiyle Irak, 1975 Şattülarap Antlaşması'nı ihlâl ederek 22 Eylül 1980'de İran topraklarına girdi. Irak'ın esas maksadı, nüfusunun yarıdan fazlasının Şiî olması sebebiyle kendisine bir tehdit olarak gördüğü yeni İran rejimini yıkmaktı. Savaşın ilk yıllarında gerileyen İran ordusu 1982 baharından sonra Hürremşehr dahil kaybettiği toprakları geri almaya başladı. Irak, Batı'dan sağladığı destekle ve özellikle Fransa'dan temin ettiği saldırı uçakları sayesinde füze ve hava saldırılarıyla İran'ın petrol endüstrisini büyük zarara uğrattı. Endüstrisi tehlikeye giren İran, Irak'ı destekledikleri için Küveyt ve Suudi Arabistan petrol tankerlerini hedef ilân ederek savaşı Basra körfezine taşıdı. Birleşmiş Milletler, Bağlantısızlar, Körfez ülkeleri ve İslâm ülkelerinin ara bulucu çabalarına rağmen devam eden savaşta yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler'in verilerine göre bu savaşta yalnızca İran'ın uğradığı zarar 97 milyar dolardır. Savaş, 18 Temmuz 1988'de İran'ın Birleşmiş Milletler tarafından yapılan ateşkes teklifini kabul etmesiyle son buldu.
İran İslâm Cumhuriyeti'nin Batı ile ilişkileri daima gergin oldu. Özellikle Amerika'nın şahı ülkesine kabul etmesine tepki gösteren öğrencilerin 4 Kasım 1979 tarihinde Tahran'daki Amerikan elçiliğini basarak burada bulunanları 444 gün rehin tutmaları üzerine İran-Amerika ilişkileri oldukça gerginleşti. Âyetullah Humeynî'nin, 14 Şubat 1989'da The Satanic Verses (Şeytan Âyetleri) adlı kitabı sebebiyle İngiliz vatandaşı olan Hint kökenli Selman Rüşdi'nin öldürülmesine fetva vermesi İran'ın Batı ile ilişkilerini çıkmaza sokan ikinci önemli hadise oldu. Bu olaylar sonucunda Batı'nın ambargosu ile karşılaşan İran büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Son zamanlarda İran, Batı ile ilişkilerin düzeltilmesi konusunda yoğun siyasî tartışmalara sahne olmaktadır.
Ülkede tartışılan bir diğer konu da rejim meselesidir. Âyetullah Humeynî'nin velâyet-i fakīh teorisini esas alan 1979 tarihli İran anayasasında velî fakih son derece geniş yetkilerle donatılmıştır. Ayrıca ulemâ ordunun yanı sıra Meclis-i Hübregân, Şûrâ-yı Nigehbân, Dîvân-ı Âlî-i Kişver ve Şûrâ-yı Âlî-i Kazâî gibi anayasal kurumlarla yasama, yürütme ve yargıyı da kontrolünde bulundurabilmektedir. Bu yönetim biçimi ulemânın kendi içerisinde de tartışma konusudur. Kısmen bu tartışmalar üzerine Âyetullah Humeynî'nin 1989 yılında vefatından hemen önce anayasada birtakım düzenlemelere gidilmiştir. Fakat anayasa bu yeni haliyle daha da büyük problemlerle karşılaşmıştır. Tartışılan meselelerin başında velî fakihin vasıfları, yetkileri, otoritesinin kaynağı ve merci-i taklîdlerle ilişkisi gelmektedir. Bugün İran, yönetim biçimi konusundaki açmazların yanı sıra ağır ekonomik şartlar ve Batı ile sağlıklı bir ilişkinin kurulamaması problemleriyle karşı karşıyadır.
4. Osmanlı-İran Münasebetleri. Osmanlılar'ın İran bölgesine hâkim olan devletlerle siyasî münasebetleri, Fâtih Sultan Mehmed döneminde Anadolu'da Türk birliğinin teşekkülü sırasında gerçekleşmiştir. XV. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu'nun doğu kesimine doğru ilerleme siyaseti takip eden Fâtih, Diyarbekir ve Tebriz merkez olmak üzere Doğu Anadolu, Kuzey Irak ve İran'ın büyük bir kısmını hâkimiyeti altında bulunduran Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan'la rekabet içine girmişti. Uzun Hasan'ın Trabzon-Rum İmparatorluğu ile Karamanoğulları Beyliği'ni koruma gayretleri ve Orta Anadolu'ya yönelik faaliyetleri Osmanlı-Akkoyunlu savaşını kaçınılmaz hale getirmiş, iki müslüman Türk devleti arasında başlayan çatışmalar, 1473'te vuku bulan Otlukbeli Meydan Savaşı'nda Osmanlılar'ın kesin zaferiyle sonuçlanmıştı. Osmanlılar'ın İran'a yönelik asıl siyasî ve askerî ilgileri, din ve dünya görüşleri bakımından farklı bir ideolojiye sahip olarak ortaya çıkan Safevî Devleti'nin kuruluşuyla daha da arttı.
XVI. yüzyılın başlarında zayıflamaya devam eden Akkoyunlu Devleti toprakları hızla gelişen Safevîler'in eline geçti. Safevî Şahı İsmâil'in ön ayak olduğu iktidar mücadelesinde dayandığı başlıca kuvveti, Anadolu'dan Azerbaycan ve İran'a göç etmiş olan Oğuz-Türkmen kabileleri teşkil ediyordu. Bu oymaklar arasında XV. yüzyılda Anadolu'da İmâmiyye Şiîliği inancının, önceleri biraz daha basit ve İslâm öncesi Türk inançlarına fazla yer veren bir senkretizm şeklinde etkili olmasında Safevî ocağı şeyhleri Cüneyd ve oğlu Haydar'ın (Şah İsmâil'in babası) önemli payı olmuştu. İsmâil ve onun müridlerinin yeni devlet kurmak için başlattıkları askerî ve siyasî faaliyetleri, Şiî inancı ve mezhebinin yayılması, resmîleştirilmesi yolundaki hareketleri, Şiîliğe mütemayil Türkmen kabilelerinin mezhebî duygularını istismar etmelerine zemin hazırladı. Anadolu'nun büyük kısmını saran ekonomik-sosyal kökenli huzursuzluklar konar göçer grupların Alevîlik, Bektaşîlik ve Şiîliğe açık sempatilerinin de rolüyle Şah İsmâil'in giriştiği siyasî-mezhebî mücadelede önemli bir âmil oldu.
Oğuz-Türkmen oymakları içinde Şeyh Oğlu adıyla tanınan İsmâil, kendisinin İmam Ali ailesine mensubiyetini nefeslerinde iddia etmekle beraber annesi tarafından Uzun Hasan'ın torunu olmasından da faydalanmaktaydı. Akkoyunlu hükümdarlarından Elvend'e karşı Nahcıvan yöresinde kazandığı savaştan (1501) sonra Tebriz'e giren İsmâil, müridleri tarafından Uzun Hasan'ın ikametgâhına getirilerek dedesinin tahtına oturtulmuştu. Venedik'in Tebriz'deki resmî temsilcisi, İsmâil'in bir şah gibi tanınmasında Uzun Hasan'ın torunu olmasının büyük payı olduğunu belirtmektedir (Berchet, s. 157). Doğu sınırlarında meydana gelen bu değişiklik II. Bayezid'i oldukça endişelendirmiş, Osmanlı idaresi altındaki topraklarda yaşayan Şiî temayüllü Türkmen grupları üzerindeki etkili Safevî propagandası iki devleti karşı karşıya getirmişti. Ancak bu durum sıcak bir çatışmaya yol açmadı; II. Bayezid, sınır boylarında ve Türkmen gruplarının kalabalık olarak bulundukları yerlerde propaganda amacıyla gelip giden ve halife denilen ajanlara karşı sert tedbirler aldı (II. Bayezid Dönemine Ait 906/1506 Tarihli Ahkâm Defteri, s. XXIV-XXV). Buna rağmen Safevîler bu gruplar üzerinde etkili oldular ve 1511'de Teke bölgesi Türkmenler'inin de desteklediği Şahkulu isyanı patlak verdi. Ardından Nûreddin (Nur Halîfe) Şah İsmâil'in emriyle Varsak, Afşarlı, Karamanlı, Bozoklu ve başka Türkmen topluluklarından Safevîler için Anadolu'dan asker toplamakla görevlendirildi. Şah İsmâil'in etkili propagandası sonucu onu gerek dinî bir lider gerekse kazandığı zaferlerle bir kahraman olarak gören ve merkezî idarenin sistemi icabı aldığı tedbirlerden memnun olmayan Türkmen kitleleri Orta ve Doğu Anadolu'dan İran tarafına göç ettiler. Bu göçler ve isyanlar Anadolu'nun emniyetini artık iyice sarsmaya başlayınca tehlikeyi daha şehzadeliği sırasında anlamış olan yeni Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim İran seferine çıkmaya karar verdi.
Ulemâdan, Şîa mezhebine mensup olanlarla savaşmanın câiz olduğuna dair fetva alan Yavuz Sultan Selim'in esaslı bir hazırlıktan sonra, genişlemeye başlayan ve Anadolu'da mevcut nizamı altüst eden Safevî Devleti'nin "kökünü kazımak" ve doğudaki yarı müstakil mahallî beylerin ve diğer teşekküllerin kendine bağlılığını güçlendirmek amacıyla çıktığı sefer Çaldıran ovasında Şah İsmâil'in hezimetiyle sonuçlandı (920/1514). Savaşın ardından Osmanlı orduları Tebriz'e girdi. Böylece Osmanlılar doğrudan doğruya İran'a adım atmış oluyorlardı. Azerbaycan'da fütuhatı genişletmek niyetinde olan Yavuz Sultan Selim yeniçerilerin muhalefeti yüzünden ele geçirdiği yerleri, bu arada Tebriz'i boşaltıp geri döndü. Dönüş sırasında, o zamanki İslâm dünyasının en önemli kültür ve sanat merkezlerinden biri olan Tebriz'in ilim ve sanat erbabından çoğunu aileleriyle birlikte İstanbul'a göç ettirdi.
Çaldıran Savaşı'ndan önce Şah İsmâil'e tâbi olan topraklar Fırat nehrine kadar uzanıyordu. Bu savaşın ardından Yavuz Sultan Selim'in doğuda uyguladığı askerî ve siyasî tedbirler Diyarbekir, el-Cezîre ve Kuzey Irak'ın bazı bölgelerindeki yerli beylerin birçoğunun bağlılığını sağlamıştı. Mısır'ın fethinden sonra Şah İsmâil'in barış ricasıyla İstanbul'a gelen elçisine olumlu bir cevap vermeyen Yavuz Sultan Selim, İslâm dünyasının lideri olma iddiasını daha da pekiştirmek için Şîa'nın kökünü kazımak ve İran ülkesini fethetmek düşüncesine daha sıkı bağlandı. 925'te (1519) başlayan Celâlî isyanı, Düzmece Murad olayı vb. iç karışıklıklar, onun bu fikrini gerçekleştirmesini daha da âcil hale getirdiyse de bu meselelerle olan meşguliyeti ve hemen ardından vefatı ikinci İran seferine çıkmasını engelledi.
Kanûnî Sultan Süleyman ve Şah Tahmasb'ın hâkimiyet yılları Osmanlı-Safevî münasebetlerine, dolayısıyla da İran tarihine yeni bir safha kazandırdı. 930'da (1524) Şah İsmâil'in ölümünden sonra baş gösteren karışıklıklar, o sıralarda bütün dikkatlerini Batı'ya yöneltmiş olan Osmanlılar'ın ilgisini pek çekmedi. Ancak Bağdat hâkimi Zülfikar'ın isyanı ve Kanûnî'ye bağlılık bildirmesi, Tebriz'de Ulama Han'ın Tahmasb'dan yüz çevirip Osmanlı sarayına ilticası gibi olaylar, iki devlet arasındaki ihtilâfın şiddetlenmesine ve neticede Kanûnî'nin Irakeyn Seferi'ne çıkmasına yol açtı. Öncü birliklerin ardından bizzat Kanûnî'nin başında bulunduğu kalabalık bir ordu Azerbaycan'a ulaşıp Tebriz, Sultâniye, Hemedan ve diğer şehir ve bölgeleri zaptetti (941/1534 yılı sonbaharı). Ardından Osmanlılar savaşmadan Bağdat'a girdiler. 941 (1535) baharında Safevî kuvvetlerinin Tebriz üzerine yürüdüğünü haber alan Kanûnî, Bağdat'tan Azerbaycan'a hareket edilmesine karar verdi. Bu arada barış teklifi reddedilen Tahmasb, Tebriz'den Dergezîn tarafına çekilmişti. Irakeyn Seferi, Irâk-ı Arab'da Osmanlı hâkimiyetinin güçlenmesini sağladı, fakat Azerbaycan kesiminde ilki kadar başarılı olunamadı. Bunda ekonomik durumun elverişli olmaması, Safevî taraftarlarının dayanışma ve direniş içinde bulunmaları gibi sebepler önemli rol oynadı; Osmanlı ordusu buradan çekilmek zorunda kaldı.
Tahmasb'ın Osmanlı sarayına iltica eden kardeşi Elkas Mirza'nın teşvikiyle Kanûnî Sultan Süleyman'ın 955 (1548) baharında giriştiği yeni İran seferi sonunda Van ve çevresi Osmanlı idaresine katıldı. Fakat Elkas'ın, Tebriz'in fethedilmesi durumunda İran'daki han ve beylerin Tahmasb'dan yüz çevireceklerine dair söyledikleri doğru çıkmamış, Azerbaycan Osmanlı ordusu tarafından zaptedildikten sonra onun kendi maiyetinde olan Acem beyleri bile şah tarafına kaçmışlardı. Bu yüzden Kanûnî, Azerbaycan'da askerî harekâtı genişletmekten vazgeçti; üçüncü vezir Kara Ahmed Paşa'nın Gürcistan üzerine gerçekleştirdiği askerî seferden başarıyla dönüşünün ardından İstanbul'a doğru yola çıktı.
Osmanlı ordusunun geri dönüşünden üç yıl sonra Şah Tahmasb ve oğlunun başında bulunduğu Safevî kuvvetleri, Doğu Anadolu'nun Osmanlı idaresi altındaki şehir ve bölgelerinde (Kars, Erzurum, Ahlat, Erzincan, Bayburt ve diğerleri) büyük bir yağma ve tahribata giriştiler. Buna benzer hareketler, meselâ otlakların yakılması, yiyecek maddelerinin yok edilmesi, yerleşmiş ahalinin zorla göç ettirilmesi, Safevîler'ce kendilerine tâbi Azerbaycan arazisinde de uygulanmaktaydı. Önceleri de yapılan bu gibi hareketlerde esas gaye, Osmanlı ordusunu zor durumda bırakmak için geçeceği yolların etrafını ıssız ve çorak hale getirmekti. Tahmasb, birkaç defa yayımlanmış olan tezkiresinde bunu bir tedbir olarak niteleyip Osmanlılar'la askerî mücadelede önemli bir taktik şeklinde yorumlamaktadır. Hatta Kanûnî Sultan Süleyman, çıkacağı yeni şark seferinde bu taktiği hesaba katarak başka bir yolu tercih etmişti. Nitekim 961 (1554) yazında Osmanlı ordusu Gürcistan üzerinden Nahcıvan'a yöneldi. Diyarbekir Beylerbeyi İskender Paşa, Arpaçayı civarında Safevî askerlerini bozguna uğrattı. Daha önce Safevîler'in yaptığı tahribatın intikamı olarak Sa'dçukuru (Revan), Karabağ ve Nahcıvan yağmalanıp tahrip edildi; Azerbaycan semtine gönderilen Kürt beyleri Merâga ve Sehend'i talan ettiler. Ancak diğer seferlerde olduğu gibi erzak ve mühimmat sıkıntısı, gerekli muhaberenin yapılamaması, Safevî askerlerinin geniş bir saldırıya hazırlandığı haberi üzerine Kanûnî Anadolu'ya döndü ve gerekli hazırlıkları tamamlayıp ertesi yıl yeniden sefere çıkma gayesiyle Amasya'da kışladı. Osmanlı ordusunun sınır boylarına yakın yerlerde kışlaması üzerine Safevîler barış teşebbüsünde bulundular. Kanûnî de uzun ve yorucu yeni bir sefer yerine uygun şartlar altında barışı kabul etti (DİA, III, 4-5). Safevî elçisinin Amasya'da kabulünden sonra kendisine verilen 11 Receb 962 (1 Haziran 1555) tarihli mektup antlaşmanın ana unsurlarını belirlemekteydi. Antlaşma, doğudaki Safevî Devleti'nin varlığının kabul edilmesi ve ona son vermek amacından vazgeçildiğini göstermesi açısından önemlidir. Antlaşma ile Irâk-ı Arab, Van gölü çevresi, Şehrizor eyaleti, Batı Gürcistan'daki prensliklerin (Başıaçık İmereti, Guriel, Megrel) Osmanlı tâbiiyetinde bulunduğunu, Azerbaycan ve Güney Kafkasya'nın orta ve doğu kısımlarının Safevî toprakları olduğunu tesbit etmekteydi. Ayrıca dinî konular üzerinde önemle duruluyordu.
Amasya barışı, Osmanlı ve Safevî topraklarında iktisadî ve ticarî gelişmeye yardım eden önemli bir âmil oldu. Tahmasb ile Kanûnî Sultan Süleyman arasındaki resmî yazışmalar, her iki hükümdarın barışın korunması için büyük titizlik gösterdiğini doğrulamaktadır. Her iki devletin barış ilkelerine gösterdiği saygı, Şehzade Bayezid'in 967'de (1560) oğulları ile Safevî sarayına ilticası sırasında dahi resmî münasebetlere zarar vermemişti. Tahmasb'ın bu siyasetini Kanûnî'nin vefatından sonra da sürdürdüğü bilinmektedir. Nitekim Kanûnî'nin ölümü ve II. Selim'in tahta çıkışı dolayısıyla Osmanlı sarayına gönderdiği mektup şekil ve görünüş itibariyle oldukça gösterişli, muhteviyatı bakımından da ilginçtir. Tahmasb'ın hastalığı ve ardından ölümü üzerine İran'da baş gösteren karışıklıklar, II. Şah İsmâil'in olumsuz faaliyetleri, sınır boylarındaki beylerin davranışları ve Anadolu'da Safevî propagandasının hızlanışı Osmanlılar'ı yeni bir İran seferine çıkardı. Savaş Azerbaycan'ın sınır bölgelerine saldırılarla başladı. Lala Mustafa Paşa serdarlığındaki kalabalık bir ordu Gürcistan üzerine hareket etti (986/1578). Çıldır'da Safevî birlikleri ağır bir yenilgiye uğratıldıktan sonra Kafkasya'dan saldırıya geçildi. Bu olaylarla başlayan yeni savaş dönemi 998 (1590) yılına kadar sürdü. Bu dönem zarfında Osmanlılar ilk defa Kafkaslar'da tutunmaya çalıştılar ve Hazar kıyılarına ulaştılar. Fakat burada uzun süre kalamadılar. Zira Osmanlı ordusu geniş bir coğrafî sahada, Güney İran'dan Kuzey Kafkasya'ya kadar önemli askerî başarılar kazanmış ve birçok yeri eline geçirmiş olmasına rağmen direnişi kıramadığı gibi Osmanlı hâkimiyeti de bu bölgedeki halk tarafından muhtemelen dinî özellik sebebiyle tam olarak benimsenmemişti. Safevî askerleri ve onların Gürcü müttefiklerini yenerek Şirvan'da 991'de (1583) yeniden Osmanlı idaresini yerleştiren Özdemiroğlu Osman Paşa aynı yılın sonbaharında ordusu başında Kırım'a vardı. Osmanlılar'ın dönüş yolu üzerindeki bazı bölgelerde Rus Kazakları'nın otları yakması ve zaman zaman arkadan ordu birliklerine âni baskınlar düzenlemesi neticesinde Osman Paşa büyük kayıplar verdi. Rusya diplomatları, 1597-1599'da Safevîler'i Osmanlılar'a karşı müşterek askerî ittifaka teşvik ederken daha önceki bu olayı İran'a askerî yardım gibi izah etmişlerdi (Buşyev, s. 56). Genellikle askerî garnizonların geniş bir sahaya yayılmış bulunması, aralarındaki irtibatın sağlanamaması, buradaki idarenin yerleştirilmesi ve askerî masraflar için kaynak tahsisi devleti malî zorluklara sürüklemişti. Öte yandan Kazvin'de Safevî tahtında oturan ve Osmanlılar'ın yanında doğudan Özbekler'in baskısına mâruz kalan Şah I. Abbas'ın barış teklifi, sahip oldukları toprakların hukukunu tanımaları dolayısıyla İstanbul'da olumlu karşılandı. 998'de (1590) Osmanlı-Safevî barış antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre bu tarihe kadar Osmanlılar'ın elinde bulunan bölgeler yani Tebriz, Karacadağ, Gence, Karabağ, Şirvan, Gürcistan, Nihâvend, Luristan ve Şehrizor Osmanlı idaresinde kaldı.
Bu dönemdeki Osmanlı-Safevî savaşları, sınır boylarında yaşayan ahali için kaçınılmaz bir faciaya dönüştü. Hem Osmanlı hem Safevî kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen bu hareketler zaman zaman ağır yağma ve tahribat ölçülerine ulaşmıştı. 998 (1590) antlaşmasının ardından ülkesinde siyasî sükûneti sağlayıp Özbekler'i Horasan'dan çıkaran I. Abbas, Safevî Devleti'nin dayandığı ana unsur olan Türk oymaklarını kontrol altına aldığı gibi dâimî askerî birlikler kurarak ordusunu güçlendirmeye başlamıştı. III. Mehmed döneminin iç karışıklıkları, Celâlî ayaklanmalarının şiddetlenmesi ve uzun Osmanlı-Habsburg savaşları, Şah Abbas'a, 1012'de (1603) barışı bozarak kaybettikleri toprakları geri alma fırsatı verdi. Ayrıca Bağdat eyaleti de Safevîler'in eline geçti. 1021'de (1612) yapılan İstanbul (Nasuh Paşa) Antlaşması bu fiilî durumu resmî hale getirdiyse de mücadeleyi sona erdirmedi. Antlaşma ayrıca, İran'ın savaşlar boyunca süren ve Osmanlı tekstil sanayiinin önemli ham maddesi olan ipek yasağını da kaldırıyordu. Nitekim Şah I. Abbas, her yıl sultana 200 yük ipek ve 100 akçelik bazı işlenmemiş mallar göndereceğini taahhüt etmekteydi. Antlaşma her iki tarafı da tatmin edici bir nitelikte değildi. Özellikle Osmanlı devlet adamları doğudaki toprak kayıplarını telâfi etmek istiyorlardı. Bunun üzerine yeniden başlayan savaş aralıklarla sürdü, 1027'de (1618) Serâb'da yapılan ve önceki barışın şartlarını taşıyan Nasuh Paşa Antlaşması da savaşı durdurmaya yetmedi.
XVI. yüzyılda olduğu gibi bu savaşların esas sebeplerinden biri de iki tarafın milletlerarası ticaret yollarının kontrolünü ellerine geçirmek istemeleriydi. Yeni dönemde savaşların daha çok Irâk-ı Arab'da meydana gelmesi Bağdat, Basra ve civarının ticarî öneminin artması ile açıklanabilir. Nitekim her iki devlet de XVI. yüzyılın sonlarından itibaren karşılıklı olarak birbirine ambargo uygulamış ve her türlü malın geçişini yasaklamıştı. Bağdat birkaç defa elden ele geçti, nihayet 1638'de IV. Murad'ın fethinden sonra 1639'da Zühab'da (Kasrışîrin) akdedilen barış antlaşması Irâk-ı Arab'ı Osmanlı idaresine geri verdi ve güneyde sınırı Şattülarap nehri teşkil etti (bu belgenin Türkçe ve Farsça metinleri şimdiye kadar yalnız Safevî tarihçisi Muhammed Ma'sûm'un eserinde bulunmuştur [Ḫulâṣatü's-siyer, vr. 151b-154b]).
Bu ahidnâme, iki devlet arasında yetmiş beş yıldan fazla süren bir barış devri açtığı gibi ticarî yasakları da kaldırıp eski tarihî yolların yeniden canlanmasına vesile oldu. III. Ahmed, şair Dürrî Ahmed Efendi'yi Safevîler'le siyasî ve ticarî ilişkileri genişletmek üzere İran'a elçi olarak gönderdi (1132/1720). Fakat İran'ı derin bir siyasî bunalıma sokan Afganlı ayaklanmalarının sonuçları, özellikle Safevî Şahı Hüseyin Mirza'nın zorla tahttan indirilip İsfahan'da şahlık tahtına Afgan emîrlerinden Mîr Mahmud'un çıkması, ülkenin birçok bölgesini etkileyen isyanlar İstanbul'un doğu siyasetine yeni bir eğilim kazandırdı (Aktepe, tür.yer.).
Yeni şartların etkisi altında Osmanlılar dikkatlerini Kafkasya'ya ve Batı İran'a çevirdiler. Bunda, Çarlık Rusyası'nın Kafkasya ve İran'ın Hazar denizinin güney sahillerini işgal etme girişimlerini önleme isteği önemli rol oynadı. Gürcü Kralı Vahtang ve Ermeni papazlarının yardım ricalarını bahane eden Çar I. Petro'nun gerçekleştirdiği İran seferinden sonra Osmanlı ordusu 1135 (1723) baharında Revan ve Tiflis'i zaptetti. Aynı yılın sonbaharında İran elçisi St. Petersburg'da Rusya ile antlaşma imzaladı. Bu antlaşma ile Hazar denizinin batı ve güney yakalarındaki vilâyetler Rusya'ya ilhak ediliyor, bunun karşılığında Rus Çarlığı şahlık iddiasında olan Tahmasb'a askerî yardımda bulunacağını vaad ediyordu. Bu olay Osmanlı sarayını hayli endişelendirdi. Fransız diplomatlarının aracılığı ile 1136'da (1724) İstanbul'da Rusya ile akdedilen ahidnâme (İran Mukāsemenâmesi), her iki devletin işgalinde bulunan İran ve Kafkasya topraklarının bölüşülmesini resmî hale getiriyordu.
Ahidnâme imzalandıktan sonra Osmanlı ordusu kolayca Hemedan ve Kazvin'i ele geçirdiyse de başşehir İsfahan'ın zaptı için yapılan akın sırasında Afganlı Eşref Şah'ın birlikleri Osmanlı askerlerini bozguna uğrattı. Buna rağmen durumu gittikçe kötüleşen Eşref Şah, Osmanlılar'la barış yapmayı tercih etti. Yapılan antlaşmada III. Ahmed'in bütün müslümanların halifesi olarak tanındığı belirtiliyordu. Ayrıca İran Mukāsemenâmesi'nde adı geçen İran ve Kafkasya topraklarından başka Hûzistan, Zencan, Kazvin, Sultâniye ve Tahran eyaletleri de Osmanlı idaresine geçmekteydi.
Sünnî mezhebine bağlı Afganlılar'ın İran'da kurduğu devlete karşı mücadele eden Nâdir Beg Afşar'ın 1148 (1736) baharında Mugan sahrasında yapılan kurultayda şah seçilmesiyle İran'ın Osmanlı ve Rusya ile münasebetlerinde yeni bir safha açıldı. Kısa sürede Safevî Devleti'nin siyasî-coğrafî sınırlarından daha geniş bir sahada yeni bir devlet kuran Nâdir Şah, Osmanlı ve Rusya devletleriyle Safevîler'in çöküş döneminde akdedilmiş olan antlaşmaları yürürlükten kaldırdı. Büyük askerî başarılar kazanan Nâdir Şah'ın batıdaki seferleri, hükümdarlığının son döneminde zaman zaman başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Böyle olmakla beraber 1157'de (1744) yeniden şiddetlenen savaşta Nâdir Şah orduları, Kars ve Musul civarında Osmanlı birliklerini ağır yenilgiye uğrattı (1158/1745 yazı). Ancak ülkesinin zor ekonomik ve siyasî durumunu göz önüne alan Nâdir Şah barışı kabul etti. Uzun süren görüşmeler neticesinde 17 Şâban 1159'da (4 Eylül 1746) Tahran yakınlarında bir ordugâhta imzalanan Kerden Antlaşması'nın esas maddesi, IV. Murad devrinde akdedilen Kasrışîrin Antlaşması'nın devlet sınırları hakkındaki şartlarının iki tarafça yeniden tanındığını karara bağlıyordu.
Nâdir Şah ve I. Mahmud arasındaki resmî münasebetlerde dinî inanç ve mezhep meseleleri önemli yer tutuyordu. Nâdir Şah, İmâmiyye (İsnâaşerî) Şîaları'nın riayet ettiği Ca'feriyye'nin, dört Ehl-i sünnet mezhebiyle yan yana bütün müslüman cemaatleri arasında beşinci meşrû mezhep gibi tanınması için büyük gayret sarfediyor ve bu alanda Osmanlı sarayının muvafakatini almaya çalışıyordu. Nâdir Şah'a göre böyle bir ıslahat, İslâm dünyasında siyasî mücadelelerde mezhep ayrılıklarının istismarını önlemek için yeterli olacaktı. Hem Osmanlı ulemâsı hem de nüfuzlu Şîa müctehidleri, Nâdir Şah'ın bu teklifinin gerçekleşmesini engellemekte başarılı oldular.
Lur asıllı Kerim Han Zend'in Orta ve Batı İran'da hükümdarlığının ilk yıllarında Osmanlı-İran münasebetleri sükûnet içinde geçti. Fakat İngiliz ticaret kolonisinin 1184'te (1770) Bûşir'den günden güne gelişmekte olan Basra'ya taşınması Kerim Han'ı endişelendirdi. İki devletin ortak sınırları boyunca yerleşen ve zaman zaman Osmanlı veya İran tâbiiyetinden çıkmak isteyen Kürt oymakları, derebeyleriyle gizli ilişki kuran Kerim Han, Irak'ta yayılmış veba hastalığının ağır sonuçlarından ve siyasî karışıklıktan faydalanarak 1189 (1775) baharında kuvvetlerini Basra ve Irak Kürdistanı'na sefere gönderdi. Basra zapt ve yağma edildi; bu haber İstanbul'a ulaşınca yeni bir Osmanlı-İran mücadelesi başladı. Küçük çaplı bu silâhlı çatışmalar sırasında iki devletin temsilcileri barış görüşmelerini de sürdürüyorlardı. 1192'de (1778) Şîraz'da İran kuvvetlerinin Basra'yı boşaltması hakkında iki devlet arasında anlaşmaya varıldıysa da İranlı askerler, şehri 1193'ün (1779) baharında Kerim Han'ın vefatından sonra ülkede şiddetlenen iç savaşlar sebebiyle terkettiler. Bu arada Basra ve Irâk-ı Arab'ın diğer bölgeleri de yeniden Osmanlı yönetimine geçti. XVIII. yüzyılın son çeyreğinde Tahran'ı başşehir seçen Kaçar Türk kabilesi soyluları İran'da yeni devlet kurdular. İlk dönemde Osmanlı-Kaçar ilişkileri iyi bir şekilde gelişmesine rağmen sınır hattının güneyinde ve Kuzey Irak kısımlarında önceleri olduğu gibi zaman zaman ortaya çıkan gerginlikler bu iyi münasebetleri olumsuz etkiledi. Kürt, Lur, Arap vb. kabileler, İran veya Osmanlı Devleti yetkilileri tarafından suçlandıkları takdirde sınırı geçip komşu ülkeye sığınıyor ve bu tür olaylar iki devlet arasında anlaşmazlığa yol açıyordu. Kerbelâ, Necef ve Kâzımeyn'de yerleşik ahalinin çoğunluğunu teşkil eden Şiîler'le Sünnîler arasında meydana gelen anlaşmazlıklar da bazan Osmanlı-İran ihtilâflarını körüklüyordu. Şahın hacca giden hanımının bulunduğu kervanın Osmanlı temsilcileri tarafından aranmasını bahane eden Veliaht Abbas Mirza, 1821 sonbaharında büyük bir askerî kuvvetle sınırı geçerek Kars ve Bayazıt vilâyetlerini ele geçirdi ve Erzurum'u kuşatma altına aldı. Aynı zamanda İran askerleri tarafından Osmanlı idaresindeki Kuzey Irak ve Bağdat eyaletine geniş çaplı bir saldırı yapıldı. Süleymaniye ve Bağdat işgal edildi, Kerkük kuşatıldı. Osmanlılar'ın direnişi ve Azerbaycan'ı saran salgın hastalık İranlılar'ı geri çekilmeye mecbur bıraktı. 1823'te Erzurum'da yapılan barış antlaşması uyarınca İran kuvvetleri altmış gün zarfında işgal ettikleri topraklardan geri çekileceklerdi. 1833-1842 yıllarında sınır bölgeleri yeni çatışmalara sahne oldu. Bu çatışmalar 1847'de Erzurum'da Osmanlı-İran antlaşması ile neticelendi. Kasrışîrin'in ova kısmı İran, dağlık kısmı Osmanlı arazisi olarak teyit edildi. İran Süleymaniye'ye dair iddiasından vazgeçti. Osmanlı Devleti ise Muhammere (Hürremşehr) ve Heder adasını (şimdiki Abadan) İran toprağı olarak resmen tanıdı.
XIX. yüzyılın ortalarında Tahran'da Osmanlı, İstanbul'da İran dâimî diplomatik temsilcilikleri açıldı. Bu devirde İran'ın Batı ülkeleriyle dış ticaretinin önemli kısmı Türkiye arazisinden ulaştırıldı. Tanzimat dönemi ve özellikle XIX. yüzyılın son çeyreği, İran devlet adamı ve politikacılarının Osmanlı fikir akımlarından etkilendiği devreyi teşkil eder. Yüzyılın ikinci yarısında iki ülke ortak Avrupa tehdidine karşı bir yakınlaşma arayışında oldu. Mezhep farklılığının böyle bir yakınlaşmaya engel olmaması gerektiği vurgulanarak tarafları rencide edecek bazı dinî merasim ve uygulamalardan vazgeçilmesi kararlaştırıldı (BA, Y. A. HUS, 161/7). Ancak yüzyılın sonlarında İran şahının o sırada İstanbul'da bulunan Cemâleddîn-i Efgānî'nin bir talebesi tarafından öldürülmesi iki ülke arasında yeniden bir soğukluk başlattı. Efgānî'yi ısrarla Bâbıâli'den talep eden İran hükümeti isteği karşılanmayınca bunu çok ciddi bir diplomatik mesele yaptı (Özcan, XV [1995], s. 285-291). XX. yüzyılın başında tekrar bir yakınlaşma sağlanmış ve İran şahı İstanbul'a gelerek II. Abdülhamid'i ziyaret etmiştir.
Osmanlı, İran, İngiltere ve Rusya'yı temsil eden dört sınır komiseri, Osmanlı Devleti ile İran arasında sınır tesbiti gayesiyle 1849'da faaliyete başladıysa da bununla ilgili protokol 1869'da imzalandı. Sınır tesbiti 1914'te Osmanlılar'ın I. Dünya Savaşı'na katılmasından az önce tamamlandı.