Batı dillerinde Fès, Fez denilen Fas şehrinde ortaya çıktığı ve Türkiye'ye daha çok Avrupa'dan ithal edildiği için bu adı taşıyan fes halen Mısır dahil Kuzey Afrika ülkeleri ve Endonezya ile Malezya başta olmak üzere birçok İslâm ülkesinde kullanılmaktadır. Kırmızı çuhadan yapılır; tepeye doğru daralan silindir şeklinde olup üstünden sarkan bir püskülü bulunur. Türkiye'de 1925 yılında çıkarılan özel bir kanunla yasaklanan fesin bu ülkeye gelişi II. Mahmud devrine rastlar. Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da kaldırılmasıyla onun yerine kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun kıyafetinden eğitimine ve donanımına kadar her şeyinin Batı tarzında olması istenmiştir. Bu askere önceleri III. Selim zamanında teşkil edilen Nizâm-ı Cedîd'inkine benzeyen bir kıyafet verilmişse de iki yıl sonra değişiklik yapılmış ve ilk olarak başa şubara yerine koyu kırmızı fes giyilmesi kararlaştırılarak padişahın bu konudaki hatt-ı hümâyunu ilân edilmiştir (1244/1829). Bu ilk fes başlangıçta 20-25 cm. yüksekliğinde ve standart modelinin aksine tepeye doğru hafifçe genişleyen bir şekil gösterir.
Fesin düz olan tepe kısmına "tabla" adı verilir ve bunun merkezindeki "ibik" denilen çıkıntıya lâcivert veya siyah bir ipek püskül bağlanır. II. Mahmud devri mavi ipek püskülünün arkası uzun, önü kâkül gibi kısa ve oldukça genişti. Yüksekliğin muntazam görüntüsünün bozulmaması için fesin içi kartonla desteklenmiştir. Genel görünüşü bu şekilde olan fes, ortaya çıkışından sonra padişahların istekleri doğrultusunda değişikliğe uğramış ve Abdülmecid döneminde küçülmeye başlayarak aşağı yukarı son zamanlardaki şeklini almıştır (mecidiye kalıp); Abdülaziz yayvan (aziziye kalıp), II. Abdülhamid ise daha dik bir fes (hamidiye kalıp) tercih etmiştir.
Fesler yapağıdan yapılır ve bunun için en uygunu merinos koyunundan elde edilendir. Boyayı iyi tutması ve çabuk sertleşmemesi için yapağının kalitesinin yüksek olması gerekir. Fesin dokunuşu çorap örgüsüne benzer ve önce torba gibi bir şekil alır; sonra bol su ile keçeleştirilir. Boyanmış fesler tekrar su ile yıkanarak dink işlemi yapılır ki bundan sonra küçülür ve külâh haline gelir; bir sonraki safha havalandırma ve tüylendirme, son safha ise kalıplama ve perdahtlamadır (perdah). Bu uzun ameliye için başlangıçta işi bilen usta ve gerekli malzeme yoktu; fesler Avrupa ve Mısır ile Tunus'tan ithal ediliyordu. İhtiyacın artması yerli imalâtın başlamasını gerektirdi ve İstanbul'da Feshâne adıyla ilk fabrika kuruldu. Fesin sivil halka yayılmasından sonra bundan başka Bursa, Edirne, İslimye ve Selânik'te de fabrikaların açılmasına rağmen yerli imalât ihtiyaca yetmedi ve aradaki açık daima ithalât yoluyla kapatıldı. 1829 yılında piyasada bulunan yerli ve ithal fesler şu fiyatlarla satılıyordu: Tunus perdahtlı 26 kuruş, Mısır 18 kuruş, Avrupa perdahtsız 5 kuruş 20 para, Avrupa "ağaç" marka 5 kuruş, yerli İstanbul 6 kuruş 10 para. Fesin halk arasında benimsenmeye başlamasıyla sivillerin devlet görevlilerinden ayırt edilebilmeleri için "dalfes" (sade, yalın fes) giymeleri, yani etrafına bir şey sarmamaları istenmişti; yalnız ulemâ efendiler beyaz tülbent sarabileceklerdi. Halkın dalfes giymemekte ısrar etmesi üzerine esnaf takımının yemeni, çember, ağabani, yazma, tülbent gibi şeyler sarmalarına izin verildi ve bundan sonra fes süratle yayıldı.
Fes Türk kültür tarihinde önemli bir yere sahip olup şarkılara, türkülere girmiştir. Devrin şair ve edipleri eserlerinde eğri giyilen, kaşa düşürülen feslerden bahsetmişler, çocuk feslerine nazarlık, muska ve ziynet altını takıldığını yazmışlardır. Başta fes olmadan fotoğraf çektirmenin ise ayıp sayıldığı söylenir. Fesin süsünü oluşturan ve ona özellik kazandıran püskül üzerinde de epeyce söz söylenmiştir. II. Mahmud devrinin bükülmemiş ipekten bol mavi iplikli püskülü başın hareketi veya rüzgâr sebebiyle sık sık dağılıyordu ve taşıyana derbeder bir görünüş veriyor, sık sık taranması, düzeltilmesi gerekiyordu. Bu püskülleri taramak için çarşıda, sokaklarda küçük çocuklar ellerinde taraklarla dolaşır ve para kazanırlardı. Böylece püskül onu taşıyanın başına dert olmuştu. "Püsküllü belâ" deyiminin, henüz fesin tam anlamıyla benimsenmediği, yalnız asker arasında zorunlu tutulduğu dönemde buradan kaynaklanmış olması muhtemeldir. Nitekim Lutfî, 1261 (1845) yılı olayları arasında bir püskül nizamnâmesinin çıkarıldığından ve bununla bütün askere, ayrı ayrı gösterilen dirhemler miktarında örme (bükülmüş) püskül takmaları, feslerinin tepesine "ferahî" koymaları mecburiyetinin getirildiğinden ve aynı şekilde diğer fes giyenlerden de örme püskül kullanmalarının istendiğinden bahseder. Ferahî ince pirinçten yuvarlak bir levhadır. Püskül takılıp tablaya düzenli bir şekilde yayıldıktan sonra üstüne ferahî konur ve fese dikilirdi. Burma püsküller çıkınca ferahî, fesin daima kalıplı durmasını sağlayan bir parça olarak asker feslerinde muhafaza edildi ve II. Meşrutiyet'e kadar askere beylik bir fesle beraber bir de ferahî verildi.
Yapımındaki esneklik dolayısıyla fesin kolayca deforme olabilmesi sebebiyle yaygın bir kalıpçı esnafı ortaya çıkmıştır. Önceleri ahşap olan kalıpların yerini daha sonra İzmir'de görülen ve arkasından da İstanbul'da kullanılan pirinç kalıplar almış, böylece kalıpları ütü gibi ısıtarak işe başlayan ustalar fesleri "dar beyoğlu, hamidiye, aziziye, yarım zuhaf, tam zuhaf, İzmir biçimi, alikorna, hasırlı" gibi isimlerle anılan sıfırdan on altıya kadar numaralanmış çeşitli ölçü ve biçimlerde kalıba çekebilmişlerdir.
Fesin yasaklanmasından sonra kullanılmayan Feshâne'deki kalıplarla elde kalan fesler halen İstanbul Şehir Müzesi'nde, sultanlara ait bazı feslerle ahşap fes kalıpları da Topkapı Sarayı Müzesi'nde muhafaza edilmektedir
Kaynak: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi