1979'da gerçekleşen İran İslam Devriminden beri Tahran ve Washington arasındaki ilişkiler hiçbir zaman kolay olmadı. Aynı yılın Kasım ayında yapılan Tahran'daki Elçilik Baskını 444 gün sonra sona erse de seksenli yıllar Sovyetler Birliği faktörünün de etkisiyle İran bağlantılı örgütlerin Lübnan gibi üçüncü ülkelerde ABD üslerine saldırıp resmi görevlileri rehin aldıkları, diğer yandan İran Kontra olayıyla açığa çıktığı gibi iki hasım devletin silah ticareti yapabildikleri hibrid bir dönem olarak göze çarptı. Clinton dönemi "çifte kuşatma" yine George Bush döneminde "şer ekseni" söylemi ABD-İran ilişkilerinde doksanlı ve iki binli yılların akla ilk gelen kavramlarından. Barack Obama'nın soyadından yola çıkılarak İran'da yapılan iyimser söylemler özellikle bölgesel politika düzleminde karşılığını buldu ve İran askeri saldırı tehdidinden kurtulduğu gibi 2015 yılında imzaladığı nükleer anlaşmayı yayılmacı bölgesel politikalarında bir manivela olarak kullanmayı başardı, Irak ve Suriye'deki askeri varlığını ciddi şekilde artırdı.
Trump 2016 yılında seçildiğinde Tahran yönetiminin Obama dönemindeki rahatlığını sürdüremeyeceği belliydi. Trump'ın kişisel hırsları ile damadı Kushner üzerinden İsrail ile geliştirdiği özel ilişki, yine İran'ın bölgesel yayılmacılığından en fazla rahatsız olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin aktif olarak bu ittifaka katılmaları İran'ın özellikle ekonomik açıdan büyük beklentilere sahip olduğu Nükleer Anlaşmanın daha ilk aşamasından itibaren etkisini kaybetmesine ardından Mayıs 2018'de ABD'nin tek yanlı anlaşmadan çekilmesiyle birlikte tamamen anlamsız hale gelmesine neden oldu. AB ve Çin gibi Tahran'ın önemli ekonomik partnerlerinin ilk değerlendirmelerin aksine ABD yaptırımlarına büyük ölçüde uyması İran'ı ekonomik açıdan son otuz yılın en büyük krizi ile karşı karşıya bıraktı.
2020 yılının eşiğinde iki ülke arasındaki gerilim politik söylemin ötesine geçmiş, Fuceyra limanı ve Aramco saldırılarına ABD'nin Irak'taki askeri varlığına yönelik her geçen gün artan taciz saldırıları eklenmişti. Böyle bir atmosferde tam bir yıl önce 3 Ocak gecesi Kasım Süleymani, Ebu Mehdi Mühendis ve beraberindeki isimlere yapılan SİHA saldırısı ile iki ülke arasındaki gerilim yeni bir eşiği test etmiş oldu. İran'ın ABD'ye ait Aynu'l-Esed üssüne misilleme saldırısı ölçülü ve rasyonel bir tepki olarak kaldı. Trump'ın bu kararı ABD-İran ilişkilerinde ciddi bir gösterge oldu ve Tahran'ın bazı stratejik hesaplamalarını gözden geçirmesine neden oldu. Özellikle son on yılda başta balistik ve seyir füzesi olmak üzere askeri teknolojilerde büyük gelişmeler kaydettiğini ve bölgesel çaptaki militan ağıyla ABD ve müttefikleri karşısında bir caydırıcılık dengesi kurduğunu düşünen Tahran'daki karar alıcılar sürecin kontrollerinden çıktığını ve hiç istemedikleri tam ölçekli bir karşılaşmaya doğru gittiğini görüp krizi soğutmak için taktiksel geri adımlar atmaya başladılar. Bu bağlamda Irak'taki sokak gösterilerin devirdiği hükümeti kurma görevinin ABD yanlısı olmakla suçlanan Mustafa Kazımi'ye verilmesine karşı çıkmazken, Suriye'deki maksimalist söylemlerin dozunu düşürdüler ve İsrail'in rutin hava saldırılarına karşı benimsemiş oldukları "stratejik sabır" tavrını derinleştirdiler. Yine yıl içinde ülke içinde meydana gelen ona yakın sabotaj suikast ve saldırının arkasında da ABD-İsrail ikilisinin olduğu bilen Tahran inkâr-alttan alma politikalarını sürdürdü. Savunma Bakanı Yardımcısı Muhsin Fahrizade'nin Tahran'da karmaşık bir suikast ile gündüz vakti öldürülmesi bile bir istisna olmadı ve İran tüm dikkatini ABD seçimlerinden zaferle çıkan Biden ile muhtemel bir müzakere ve anlaşmaya yoğunlaştırdı.
Aslında Kasım ayındaki seçimleri kim kazanırsa kazansın ABD ve İran arasında yeni bir anlaşma olması bekleniyordu. Bizzat kimi yetkililerin itiraf ettiği gibi İran ekonomisinin mevcut koşullarla bir dört yıl daha dayanması imkansızken diğer yandan zaman aralıkları sıklaşan toplumsal protesto gösterilerinin her seferinde daha fazla insan hayatını kaybediyor ve bu durum yönetimin zayıflayan meşruiyet temellerini yok olma riskiyle karşı karşıya bırakıyordu. İran'ın zaafının farkında olan Trump seçim kampanyası boyunca seçilmesi durumunda haftalar içinde Tahran ile bir anlaşmaya varacağını tekrarlıyordu. Joe Biden'ın seçimi kazanması bu süreci hızlandıracak, Tahran için de "onurlu çıkış" fırsatı sağlayacaktır. Zira İran kendisine karşı "küstahça" konuşan ve en ünlü ulusal simaların öldürülmeleri emrini veren Başkana karşı direnmiş ve daha ılımlı bir dil kullanarak uluslararası hukuk ve ittifak söylemleri kullanan bir Başkan ile masaya oturmuş olacaktır.
İran'ın Biden'dan beklentilerinin başında kuşkusuz Washington'ın Kapsamlı Ortak Eylem Planı olarak bilinen 5+1 ve İran arasında imzalanan anlaşmaya "koşulsuz" olarak dönmesi geliyor. Koşulsuz vurgusu önemli zira gerek Biden yönetimine yakın isimlerin gerekse de Alman Dışişleri Bakanı gibi yeni ABD yönetimi ile yakından çalışabilmek için gün sayan bazı Batılı yetkililerin "eski anlaşma öldü ve İran bir anlaşma istiyorsa füze teknolojisi ve bölgesel politikalarını da masaya koymalıdır" tarzı açıklamaları İran'da sert tepki çekti. Başta Hasan Ruhani olmak üzere birçok yetkiliden "eğer bu konuları görüşmek isteseydik Trump ile görüşürdük, bu konular müzakere konusu değildir" şeklinde cevap geldi. Böyle geniş kapsamlı bir görüşmeye İran Lideri Ayetullah Hamenei'nin en azından ilk aşamada izin vermesi beklenmiyor. Bu durumda ara formül üzerinde uzlaşılması daha olası bir senaryo olarak gündeme geliyor. Buna göre Biden yönetimi ilk aşamada Nükleer Anlaşmaya dönerek İran üzerindeki yaptırımların kaldırıldığını açıklayacak, İran tarafı da Trump'a misilleme olarak attığı ve anlaşmaya uymayan adımlarından vazgeçecek, fazla zenginleştirilmiş uranyum stokunu teslim edecek, gelişmiş santrifüjlerini sökecek ve tamamen anlaşmanın belirlediği kısıtlamaları kabul edecektir. Obama döneminde görüldüğü üzere kağıt üzerinde kalkan yaptırımların pratikte de kalkması ciddi bir zaman gerektirdiğinden Biden yönetiminin yeni konuları gündeme alması ve füzeler, bölgesel politikalar ya da insan hakları ihlalleri gibi konularda İran'ı müzakereye zorlaması için elinde yeterince zaman olacaktır.
Yukarıdaki senaryonun gerçekleşmesi özellikle iç politika konusunda zor günler geçiren Hasan Ruhani'ye de bir hayat öpücüğü olacaktır. Ekonomik kalkınma ve siyasi reformlar konusunda seçim vaatlerini yerine getiremediği gibi geniş halk kesimleri nezdinde son kırk yılın en başarısız hükümet başkanı olarak görülen Ruhani'nin cumhurbaşkanlığı sonrasındaki siyasi kariyeri ABD ile muhtemel müzakerelerin oluşturacağı hava ile yakından ilişkili. Ruhani ve ekibi sekiz yıl önce umut ettikleri kazanımların en azından bir kısmını altı ay sonraki seçimlere kadar elde edebilmeleri halinde bunun seçimlerdeki adaylarına yansıyacağını ve daha da önemlisi Hamenei sonrası senaryoları etkileyebileceğini düşünüyor. Ancak Meclisi kontrolü altında tutan muhafazakar kesim gelişmelerin farkında ve Rafsancani'den sonra en büyük tehdit olarak gördükleri kişinin siyasi geleceğini bitirmek en azından etkisiz eleman haline getirebilmek için karşı adımlar atmaktan çekinmiyorlar.
Sonuç olarak Biden Nükleer Anlaşma konusunda karar verirken İran'ın yakın geleceğinde hangi grupların güçleneceğini de karar vermek durumunda. Demokrat yönetimine yakın bazı İranlı isimlerin ülke içerisindeki "ılımlı" politikacılarla ilişkisi düşünüldüğünde Biden'ın tercihinin Ruhani-Zarif ikilisinin öne çıktığı kesim olması akla daha yatkın geliyor. Ancak son yıllardaki atamalarla ülkedeki en etkili kurumlardaki hakimiyetini pekiştiren muhafazakar grupların kırk yıllık iktidarlarını zayıflatacak hamlelere izin vermeyeceği ortada. Bu nedenle "yaptırımları kaldırmak için bir gün bile gecikilmemeli" söylemleri aslında sadece altı aylık zaman kazanma planlarını örtmeye yönelik. 20 Ocak tarihine kadar sürecek gergin bekleyişin yeni bir askeri krize yol açması durumunda ise tüm hesaplar değişebilecektir.