İlkokul yeni bitmişti. Cennetimden yani 'ananem'in Balkan zarafetinden ayrılmış, ailemin varoşta inşa ettiği eve taşınmış, babamın asker kökenli zapturaptına girmiştim.
Kuleli Askeri okulu birincisi ve ordudan 'şutingen' edilmiş olan pederim, kıvrık kaşları ve kıvılcımlı gözleriyle sanki etrafta bir hata bulmak için öfkeyle bakıyor, ordusu elinden alınmış bir kurmay olaraktan ödümü patlatıyordu.
Namaz takkemi anneannemin evinde bırakmama rağmen bende bir nevi 'kayınvalide ajanı', bir tür mürteci arıyor, alay ediyor ne yapsam ne etsem beğenmiyordu. Zeki ve iyi yetişmiş biriydi. Baş etmek güçtü…
Pek konuşmuyorduk. Etrafta yeni yeni ev inşa eden Anadolu göçerlerine ise selam falan vermiyordu. Evin inşaatı eksiği gediği bitmediği için bahçede elinde keserle geziyor, hele birisi ona "dayı, emmi" falan desin, keser gibi sözleri garibanın kafasına kafasına iniyordu.
Kendisiyle tek müspet irtibatım menfaat gereğiydi. Akşam masasını kurup iki kadeh parlattıktan sonra bazen eski bir kelime sorar, karşılığında öz Türkçe bir 'tilcik' söylediğimde zâtıma bir lira atardı.
Bunun dışında uzak durmaya gayret ediyordum…
***
Fakat bir apartman çocuğu için varoş, masal gibi bir yerdi.
Her taraf bağlık bahçelik, ağaçlar, gürül gürül çeşmeler, nazlı bir dere, atlar, koyun sürüleri ve mısır tarlaları ile doluydu.
Bir de yıkık dökük bir çiftlik binası. Binanın bahçesinde rengarenk kırık cam parçaları. Oraya gidiyor, geçen zamanın kenarlarını yuvarlattığı camları inceliyor, hoşuma gidenleri topluyordum. Neyin camlarıydı bunlar, bilmiyordum. Orta Anadolu'dan gelenler domuz çiftliği olduğunu iddia ediyor, oradan uzak duruyorlardı ama ben inanmıyordum. Duvarda eski Türkçe bir yazı görmüş, onlarca kırık süt şişesi bulmuştum.
Toprağın altından ince sac borularla ilerdeki çeşmeden su bile getirmişlerdi. O semtte o yıllar su yoktu! Kuyular vardı. Elektrik bile sonradan geldi.
O çiftlik bana göre kayıp bir uygarlıktı…
Varoşun kamikaze çocukları oradan korkuyordu. Ben de onlardan kurtulmuş oluyor, hayallerime dalıyordum.
Yeşil, bordo, kiremit, mavi onlarca cam biriktirmiştim. Babam izin verse bunları yaş betona dizmek istiyordum...
Bir öğleden sonra avare dolanırken bir kız çocuğu gördüm. Koca kurdelesiyle sarışın, benim yaşlarda bir çocuk. Temiz pak giyinmişti. Çok güzeldi. Mahcupça yanına yaklaştım, tatile gelmişlerdi. Ben de şehirden geldiğimi söyleyince gülümsedi. Ona cebimden çıkardığım en kral şeyi, ördek yeşili camı gösterdim. İlgilendi. Hediye ettim. Kocaman güldü. Siz de yaz sonu dönüyor musunuz, diye sordu. Hayır dedim, annemler ev yaptı, burada yaşıyoruz. 'Kışında mı?' dedi. Evet dedim, sesim kısık çıkmıştı. Burası dağ başı ama, diye yüzünü buruşturdu.
Halbuki ben onu bizim bahçeye çağıracak, tavuklarımızı, kazlarımızı, hindiyi, Reks'i, aslan köpeğimi ve aslan ağızı çiçeklerimizi gösterecektim. İhtimal annem ona puf böreği yapacak, muhtemelen arkadaş olacaktım. Kendimi çok yalnız hissediyordum…
Fakat o çoktan ilgisini kesmiş, elini sallayıp yürümüştü. Mini eteği, kırmızı çizgili çorapları ve altın sarısı saçları ile iyice uzaklaşınca gördüm: Benim verdiğim zümrüt camı, kıymetli hediyemi yere attı!
Meksika beyazı harabenin ortasında kala kaldım. Acaba dönüp bakacak mıydı?
Bakmadı...
Cebimdeki cam parçalarına göz attım. Tıpkı kızın şişe dibine benzeyen kalın mercekli gözlükleri kadar buğuluydu...
***
O yıl orta bire başlayınca kompozisyon dersinde bu hikâyeyi yazdım. Önce inanmadılar, babasına annesine filan yazdırdı sandılar, sonra alkışladılar…