Ufacıktım, koca kafalı bir çocuk. Öyle bir koca kafa ki bıraksan gidip duvara tosluyordum.
'Annanem'in tarçın kokan elinden tutmuş Vatan Caddesi'nde resmi geçidi izliyordum. Tanklar, rap rap adımlar. Sonra bir arabanın üstünde peri gibi kanat takmış, kraliçe 'Elizabet' taçlı çocuklar.
Askerlerle birlikte geçiyorlar. Palet gürültüleri arasında bize gülümseyen 'Elizabet' çocukları. Biraz korkuyorum, elimde küçük tahta saplı bir bayrak, onu mahcupça sallıyorum. Sonra bir resim, nerden gördüm hatırlamıyorum, smokinli adamlar...
Birden 'Yaşasın' diye bağırıyorum. Sesim öyle cırlak, öyle peltek ki.
İlerde o çocuklardan biri olur muyum acaba? O taçlı kızın elinden tutar mıyım?
'Annanem'in ardı sıra sürükleniyorum. Aksaray'da o zamanki art-nuvo apartmanlar arasında yürüyoruz. Binlerce yıllık bir şehrin kokusu siniyor üstüme. Elimde Çukur Pazar'dan alınmış kremalı pasta!
Ne güzel diyorum, her gün bayram olsa...
***
Çocuktan da küçüktüm. Molekül boyutunda. Aksaray, fetihten sonra Müslüman bir semt olarak kurulan o sihirli mekânda. Hemen önü Yenikapı, deniz derya. Çakıl Gazinosu denince Zeki Müren. Kadınlar matinesi.
Solunda Kumkapı, sağında Samatya. Ortasında Hindî bir çiçek. Küçük Valide Camii. Oğlu ilk darbede yok edilmiş padişahın annesi. Güzeller güzeli…
Sonra bir kanun mızraplanırdı, ağlaşırdı kadınlar. Saçlarında kenarı işlemeli beyaz tülbentler. Büyük medeniyetin izleri bir hat sanatı sanki yüzlerinde. Ellerde ahşap tespihler. Bakışlarında yıldızlı bir evrenin ta dibinden gelen ve beni delip geçen o ışık. Tefekkür. Otururlardı bir ayaklarını altlarına alıp. Dudaklar mırmır, dilsiz bir efsane.
Hayranlıkla seyrederdim onları. Deri ciltli bir kitap açılırdı önümde.
Bir tarih. Sünbül Efendi'den, Merkez Efendi'den, Eyüp Sultan'dan, ta Aziz Mahmut Hüdai'ye.
"Hangi çiçeğe el attıysam hepsi Allah'ı zikretmekle meşguldü. Onları dalından koparmaya gönlüm elvermedi. Baktım bu zavallı sümbül dalından kopmuş, ben de bu çiçeği getirdim size" demiş ya. Hocası da ona 'Sünbül' lakabını takmış ya. O işte…
Her Ramazan 40 mübarek yer gezerdi İstanbullular. Menekşe kokardı yeldirmeler.
Diz çöküşler, boyun kırışlar, o huşu. Bir çocuğu alıp başka yaşlara taşıyan koku.
Bilemiyorum ne zaman çalardı, ama bir tambur çalardı bir yerde. İman tahtamın yerini yoklardım bedenimde.
Kalkıp sema eden bir Halveti, içimde loş bir köşede. Halvetiye…
Halvet dediğin, tenha yer, tenhada kalma, halvete girme, ibadet, zikir ve riyazet ile meşgul olmak üzere bir hücreye kapanma manalarına geliyor. Tasavvuf anlayışında halvetten gaye, irfan yoluna yeni başlayan kişinin zihnini Allah düşüncesi üzerine yoğunlaştırması. Halvet, bir tarikata ad olarak ortaya çıkmadan önce pek çok mutasavvıf tarafından uygulanmış. Halktan kopmak anlamında değil, halk içinde 'Hak' ile birlikte olmak demek. Bunu da söylemiş olayım zihni 200 kelimeliklere…
Vahdet-i Vücud felsefesi, zikir ve. Neyse…
Merkez Efendi dersen tabip bir Sufidir. Mesir Macununun mucidi.
"Her şeyi yaratan Allah, eğer mümkün olsaydı bu dünyayı siz yaratmış olsaydınız, ne yapardınız?" diye sormuş Sümbüllerin Sünbül'ü. Bütün öğrenciler bir izah yapmışlar kendilerine göre. Sıra Merkez Efendi'ye gelmiş: "Ben hiçbir şeyde değişiklik yapmaz, hepsini merkezinde bırakırdım, böylesi iyi de…"
Oradan işte adı. Bana Tanpınar'ın sözünü hatırlatır: "Her şey yerli yerinde!"
***
Sonra "Gel gör beni aşk neyledi!" Yunus, ilahilerle bizi havalandırırdı. İlk mahyalar yine tasavvuf ehlinin camisinde yanardı.