Kim şöyle bir doyasıya sarılmak istemez bir başkasına? Hangimiz sevgiyle bakan gözlerin meftunu değiliz? Sadece heyheylenerek geçmez hayat.
İnsan sevgiye aç bir varlıktır. Kimi ailesinden yeteri kadar itina görmemiştir, kimi hayatın zorlu yollarında tökezlediğinde bir kaldıranı olmamıştır. Kimi kaderin hastalıklarına duçar olduğunda yalnızlaşır, kimi ihtiyarladığında.
Narsistleri, bencilleri hiç söylemiyorum. Onlar ancak kendilerini sever. O sevgi değildir, bir tapınıştır daima. Kendini tanrı sanan kas yapmış bir psikoz.
İnsan dediğin sevmek ve sevilmek ister. Henry Miller, dahi şair Rimbaud'yu anlattığı Büyük İsyan adındaki kitabında mealen şöyle der: "Sevilmek istiyorsan, sevginin aslı ol!"
Kolay mı peki bu? Hayır, yalnızca söylemesi kolay...
Bu süpersonik çağda evet laf çoktur, fakat derman yoktur.
Fi tarihinde bir derginin özel habercisiyken kaza geçirmiştim de arabanın ön camı patlamıştı kafamda. Başım ikiye yarılmıştı alnımdan. Acilde 15, 20 dikiş atılıp yatarken, yatağımdan telefon etmiştim yayın yönetmenime, böyle böyle diyerekten. "Aman!" demişti yönetmenim, "Gelemiyor musun şimdi? N'apıcaz kapağı peki?" Sesim zor çıkıyordu, bir daha anlatmıştım olan biteni. İçimde sırça kadehlerin kırılma sesleri.
Onu diyorum, sevgi lafta kalan bir söz olunca inciniyoruz boyuna...
Geçende Süleymaniye'ye gittik. Arkadaşım Filozof İrfan'la, kuru fasulye yedik, camiye, o muhteşem mabede baktık. Eski zamanları hatırladık antik zamanların ortasında. Buralar öğrencilerin sığınağıydı o yıllarda. Üç kuruşa yemek, beş kuruşa çay. Üstümüzde gaddar paşaların kılıçları, cebimizde son abonman bileti. Daha bu kadar post modern olmamıştı Masiva'nın darbesi.
Meşhur futbolcuları düşündüm o an nedense. Sekiz bininci kadınla birlikte olurken "Seviyorum!" diyorlardı gazetelerin manşetinde. Kimi bir aydınlanma yaşamış, köşkler, kâşaneler, İsviçre boyutunda araziler, dağlar tepeler, ardından musalla taşında resimleri.
Baktım caminin eşiğinde genç bir adam, oturmuş basamağa, elinde bir kitap, altını çiziyor. Öyle dalmış ki işine. Ne çok yakışıyor sevgisi diye düşündüm, Süleymaniye'ye...
Sonra kalktık, yürümeye başladık. Daruzziyafe'nin fiyat listesine baktık. İstanbul için uygunmuş çay ücretleri.
Oralarda buralarda yazıyoruz diye aldanmayın sakın! Mutedil bir hayat cebimizdeki. Bir mülksüzler romanıyız badema, neyse mevzubahis değil bu aslında.
İlk maksadı fakir fukaraya aş evi olan sonradan değişen Daruzziyafe'nin ortasında bir çınar ağacı var. Kökleri, parmak uçlarında havaya kalkmış adeta! Sarılmış külliyeye, bir kovuk açılmış içinde. Osmanlının fakiri olmak istedim orada. Yeter bu kovuk dedim adam olana, yaşar içinde bir insan da.
İnsan bir lokma bir hırkaydı evet, amma ve lakin sevgisiz olamıyordu!
Ve dahi işte sevgiye aç insan kolayca kandırılıyordu. Bütün dolandırıcılar, bütün algı yapıcılar bunu biliyor, buna göre tuzaklarını kuruyordu. Zampara robotlar, kalbini aldırmış cadılar, Rambo kılıklı mutantlar, hepsi bu çaresiz anı bekliyordu.
Sevgisiz bir toplum aldanmaya mahkûmdu. Biçare insanlar da öyle. Tıpkı ihtimamsız yetiştirilen çocuklar gibi. Denize her düşen yılana sarılıyordu.
"Evet" dedi İrfan gülümsedi, "Rebabı dinle. Onu duyuyorsun diye düşünüyorsun böyle!"
Bir rebap sesi yakıyordu avluyu gerçekten! Yağmur sonbaharın kızılyapraklarını konfeti gibi atıyordu önümüze. Zirvelerdeki, para ve makam ve şöhretin kavurduğu yerlerdeki kanlı bıçaklı dövüş çok uzaklarda kalmıştı. Elleri baltalı birilerinin şişmiş öfkesi ve de türlü Amerikan traşlı kof kabadayılığın bir kıymeti harbiyesi yoktu buralarda.
Rebap öyle bir kalp ilmiyle çalıyordu ki, ciğerimizin perdesi çıtırdamıştı artık. Huzur, evrensel bir dengenin ritmiyle sinirlerimizi gevşetiyordu.
Sırt çantamdan bir Kaygusuz Abdal çıkardım. Tepemden bakıyordu Mimar Sinan! Öyle tefeülen bir sayfasını açtım:
Kaygusuz Abdal uyan
Aşkı bil aşka uyan
Şöyle demiştir diyen
Var edep öğren edep...