21 Haziran 2016
Asıl mesele şu: gündüzü tamamlayıp geceye dönerken ve güneşin saat 22.00'de batmasını beklerken, hatta 23.00'e kadar da ışığı devam edecektir derken, ne göreyim, akşam üstü saat 19.00 gibi her 15-20 adımda bir baktım köşe başlarında caz grupları ortaya çıkıyor. Önce Paris'in artık en eski kitapçılarından muhteşem Shakespeare&Co'nun oradaki parkta gördüm. Gün bitmiş, insanlar geceye hazırlanıyordu. Baktım parklardan sesler gelmeye başladı.
Hep beraber girdik. O arada bana göre olmayacak bir şey oldu, girişteki kemerin üstünden sarkan güllerden baş döndürücü bir koku yayıldı. İstanbul'da kaybettiğim gül kokusu buradaydı.
Müzisyenler cihazlarını ayarlıyordu, biraz dinleyip çıktık.
Asıl, St Germain ve Odeon civarında geldiğimizde kıyamet koptu.
Gerçekten her grubun sesi diğerine karışıyordu ve sokaklarda o kadar fazla grup ve müzisyen vardı.
İtiraf edeyim ki, ne uzun gecenin tadını çıkaracak şekilde güzel bir yemek yiyebildik, ne sokaklarda hakkını vererek dolaşabildik.
Sesler artık kafamızı şişiriyordu.
Otele dönerken saat 12'ye geliyordu ve saat 20'de köşede çalmaya başlayan grup müziğini o sırada bitirdi. Otele girdik. Katibe ('Zebercet' desem çok mu komik olur?...) nedir bu dedim, meğer Teknoparad diye bir festivalmiş. Her neyse, iyi başladı kötü bitti. Katip de kafasının şiştiğinden yakınıyordu.
KALABALIKLARIN ŞEHRİ NY
Yatmadan önce düşündüm. Doğrudur, 21 Haziran gecesi sokaklar insan almıyordu, kafeler ve lokantalar tıklım tıklım doluydu ama bu müzik öylesine etkilemedi beni. Çünkü, bir gerçek var ki, Paris bütün hengamesine rağmen 'sessizlik' şehridir. Mesela, kafelerde müzik çalmaz. Bulvarlar yüklüdür de bir sokak dönersiniz sessizlik küt diye çarpar suratınıza. Şöyle veya böyle yorumlayabilirim ama gerçek budur.
Oysa NY mesela kalabalıkların ve gürültülerin şehridir. Kafelerde durmaksızın müzik çalar. Her köşe başında başka bir gürültü kopar. 'NY ateşi' budur. Bu patırtı NY'ta olsaydı hoşuma gidebilirdi. Ama Paris'te beni sıktı. Herkesi sıktı.
Zaten değişiyor Paris, evet, estetiğini koruyor, yeni yapılar, kafeler, vitrinler hala çıldırtıcı Paris şıklığına yabancı kalmıyor, ona zarar vermiyor ama özgünlük, kişilik ararsanız o pek yok. Küreselleşmenin parasına boğulmuş, onunla cilalanmış duruyor her şey. Servet ve çılgıncasına harcanan 'para' diye bağırıyor her yer.
Gene de şunu belirteyim: kuşkusuz değişecek Paris ve tüm kentler. Hala kırk yıl öncesinin kafeleriyle yaşamak olanağı yok. Teknoloji ve her şey değişiyor.
Önemli olan Paris'in bu değişimi kendi estetiğini koruyarak, yeniden üreterek gerçekleştirmesi. Tek sorun artık her şeyin çok 'cilalı' olması.
Otele dönüp, yatağa girip, gözümü kapamadan önce peki dedim, Baudelaire'in 'Paris sıkıntısı' büsbütün artıyor mu, yoksa tamamen yok olup gidiyor mu?
Tam, 'Hasan Bülent'in 'Paris sıkıntısı" diyordum ki, gözüm kapandı, uyumuşum. Sabah düşündüm, ben Baudelaire'den çok, Paris söz konusu olunca Aragon'a yakınım, 'Paris köylüsü' Aragon'a...
24 Haziran 2016
TAKSİM MEYDANI VE PARİS
Paris'e yolu düşmüş Türk aydınlarının kaderi bu kentte kendi ülkeleri hakkında düşünmek.
Galiba ilk 'standart' entelektüelimiz Namık Kemal'den beri bu böyle. İkinci bir özellikleri daha var herkes Türkiye deyince meseleyi politika üstünden kuruyor, tartışıyor. Sen de onlardan mısın derseniz, evet, elbette.
Paris'e de ilk defa belki o büyük geleneğe bağlanmak isteğiyle geldim. Paris'e, ilk geldiğimde, yaklaşık otuz beş yıl önce, aklımda bu kentin sokaklarında dolaşmış Türk aydınlar vardı.
GÜNDEL İK SİYASET
Şimdi bir kere daha bir akşam güzel bir kahvede kendimi Türk siyaseti konuşurken yakalıyorum.
Gündelik siyasetin küçük ayak oyunlarından her zaman uzak durdum, her ne kadar kaçınılmazsa da. Meseleleri daima kuramsal, düşünsel bir çizgiye çekmek istedim.
Bu defa da öyle. Yeniden başlayan Taksim Meydanı tartışmasını düşünüyorum. Herkes gibi ben de karışık duygular içindeyim. İtiraf edeyim, o meydana eski bir yapının cephesinin yerleştirilmesinde o kadar aciliyet, önem ve mana görmüyorum her ne kadar Türkiye'de 'ulusal bireşim' kavramı üstünde en erken düşünenlerden biri olarak.
Geçmiş kültürel birikimimize yabancılaşarak asla yeni bir şey üretemeyeceğimizi de savunmuş biri olarak.
Hafıza konusunu, hafızanın sürekliliği meselesini yıllar yılıdır irdelerim. İnsan ancak hafızasıyla vardır. Kentler de...
Öbür taraftan Taksim Meydanı'nın iktidarla, soyut anlamda iktidarla ilişkisi var. Bir o kadar da iktidarlarla ilişkisi var.
Bugünkü muhafazakar iktidarın meselesini anlıyorum. Kendi ideolojisinin izini zamanları ve diğer ideolojik oluşumları çapraz kesecek bir şekilde temellendirmek istiyor.
ÇATIŞMA ALANI TAKSİM
Bütün bunlar üstünde düşünülebilir.
Ama sorun tam da o: düşünmüyoruz. Her şeyi 'istemezük' veya 'yapıla' mantığı içinde ele alıyoruz. Bu anlayışın dışında bir kültürümüz olmadı.
Her şeyi çatışma, zıtlaşma mantığıyla ele aldık. Bugünkü iktidar da aynı yaklaşımı belli bir düzeyde tutunca işler geldiği yere geldi. Şimdi, Taksim Meydanı bir 'çatışma alanı'. İki taraf da birbirini kolluyor. Bakalım nereye gidecek. Fakat muhakkak ki, üstünde çok düşünülmesi gereken bir konunun karşısındayız.
Belki de bütün Cumhuriyet tarihinin tüm tartışmalarını bir bütün halinde gözden geçireceğimiz, yeniden değerlendireceğimiz bir tartışma bu.
Meydanlar kenti Paris'te Taksim Meydanı'nı konuşuyoruz kafelerde. Geriye bir tek şey kalıyor benim için: estetik.
Osmanlı kendi estetiğini en üst düzeyde yaratmıştı. Cumhuriyet başka bir estetik denedi fakat tutturamadı. Elinden kaydı her şey ve 1950'den sonra bambaşka bir çizgiye geldi. Bugünkü iktidar bir şey arıyor ama henüz adını koyamadı, etrafta yüzen gezen sözcükler ve kavramlar var sadece. İş dönüp dolaşıp Taksim'e geldi dayandı.
Sürdürelim bu tartışmayı...