9 Şubat 2016
İyi bir polisiye roman okuru olmayı her zaman istedim. İyi okurdan kastım tutkulu okurdur. Belki iyi okur oldum bu alanda. Fakat tutkulu olamadım. 'Completist' olduğumdan tutkulu okurdan, bir de, konuyu bütün ayrıntıları ve boyutlarıyla bilen insanı anladım. İşte gerçekleştiremediğim odur. Yoksa, okumasına çok okudum polisiye roman. Hatta, şimdi, Post Entellektüel Dönem ve Edebiyat kitabımda yer alan ve sanırım Türkçede başka bir örneği de görülmeyen bir yazı da yazdım, bir araştırma: Dedektif Romanlarında İz Sürmek. Bilim geliştikçe, polisiye romanın da nasıl dönüştüğünü gösterdim orada. Bugün de içimde capcanlı duruyor o yazı, o çalışma...
Hâlâ en sevdiğim şeydir, polisiyelerin dünyasında kaybolmak. Buna rağmen asıl merakımın casus romanları olduğunu itiraf ediyorum. Polisiye edebiyatta da, ne yalan söyleyeyim, nasıl cazda standartları seviyorsam, hard-boiled türü seviyorum. Simenon tam oraya oturmaz ama gözdemdir, Agatha ablamdır, tam polisiye sayılmaz elbette ama gerilim bakımından Joyce Carol Oates, Princeton'dan dostumdur. Burçlar ise Dashiel Hammet, Raymond Chandler Leo Mallet'tir, yazdıkları her neyse...
Neyse, geçenlerde kitapçıda eşelenirken yayınlanacağını duyduğum 221 B dergisini gördüm: Türkiye'nin ilk polisiye edebiyat dergisi. Tabii, çok mutlu oldum. Nasıl olmam? Buraya kadar geldi, Türkiye'de edebiyat ve dergicilik. Dergi iki aylık ve bu konulara dönük. Adını Sherlock Holmes'ün Londra'da oturduğu evin adresinden alıyor: 221 Baker Sokağı. Müthiş bir buluş!
Gelin görün ki, dergi beni bunalıma sürükledi. Hani yukarıda hardboiled (katı yumurta) taraftarıyım dedim ya, asıl eğilimim 'kara roman'dır. Sinemada da kara filmden ölsem vazgeçmem. Nedeni çok basit: katı yumurta türü polisiyede de, kara filmde de, hem kadınlar 'fatal'dir, işin gizi buradadır, hem de ana karakter bir 'karşı-kahraman'dır (antihero). Yıllar yılı birader-i can beraberim olmuş, Cyrano de Bergerac da, çok farklı olsa dahi, bir karşı- kahramandır. Bizim 'katılar' neredeyse sefil tiplerdir, tatları da odur.
Şimdi, dergi, hangisi diyor: Kara roman mı, altın çağ romanları mı? Tam bir tragedya sorusu, çünkü, tragedya iyiyle kötü arasında değil, iki iyi arasında karar verememektir. Ben de o yüzden, zaten bu konularda iştahı hayli yüksek birisi olarak, daima "Hem o hem öteki" diyen birisi olarak, ikisi de diyorum. Ama öldürücü derecede sıkıştıranlar olursa da, kara roman tercihinde bulunuyorum.
Bu arada şunu düşündüm. Neden kara roman, polisiye böyle ilgi topluyor? Bugün dünyadaki en yaygın roman türüdür ve aslında şimdi altın çağını yaşamaktadır cinai roman. Nedeni çok basit: Roman gitgide biçimsel bir hal aldı. Bir dil ve anlatım meselesine dönüştü.
Bir itirazım yok. Yok ama, bu roman anlayışı insanı ihmal etti. Bugünkü roman o insanı, o bir türlü bulamadığımız, bilemediğimiz, bizi daima şaşırtan 'kara' yanıyla, gizemli, koyu, bilmece yanıyla insanı anlatmıyor. Halbuki ona büyük bir ihtiyaç duyuyoruz. İşte o zaman da gelsin polisiye ve kara roman. O aradığımız insan oralarda.
Peki, neden o insanı romanlarda arıyoruz derseniz, ona da bir cevabım var: Roman zamanla, dinlerin, kutsal kitapların yerini almıştır. Onların anlatı eksenlerini ve meselelerini üstlenmiştir. Yazar, 'Tanrı-yazar'a dönüşmüştür. Edebiyat ve roman bir 'seküler din'dir.
12 Şubat 2016
Siyah Rus
Daha önce, geçen yaz başı, isimli kitabı okudum. Bir gün Amazon'u 'karıştırırken' (ne laf ama: Amazon'u karıştırmak...) bulmuştum, bir dergide de eleştirisini okumuştum. Kitabı elime geçirip, tamamladığımda bayılmıştım. Charles King, yazdığı muhteşem kitapta 31 Aralık 1925 günü Avrupa takvim sistemine geçildikten sonraki ilk yılbaşı kutlamasını merkez alıp Pera Palas'ı ve dönemin İstanbul'unu anlatıyordu. Hiç bilmediğimiz bir İstanbul, ama ne İstanbul! Barlar, caz barlar, gece klüpleri, lokantalar, genelevler, casuslar, gece insanları... Şimdi o kitap Türkçeye de çevrildi: Pera Palas'ta Gece Yarısı (Kitap Yayınevi).
O çok zevkli kitabı okurken adı geçen bir kişi, Frederick Thomas o kadar da ilgimi çekmedi. Sıraselviler'deki Maxim'in kurucusu, sahibi. Bir 'zenci' olduğunu yazıyordu kitap ama atlamışım. Sonra bir vesileyle kitabı yeniden karıştırırken duraladım. Bir zenci... Rusya'dan gelmiş... Allah Allah!?
Biraz kurcalayınca, vay canına, hakkında yazılmış bir kitap gördüm: The Black Russian! Durur muydum, getirttim kitabı, bir nefeste de okudum. Efendim, Vladimir Alexandrov'un kılı kırk yararcasına yaptığı incelemeyle yazdığı kitap bizim Frederick Bey'in Mississippi'de bir azatlı köle-zenci anne babanın çocuğu olduğunu, nasıl oralardan çıkıp Londra'lara gittiğini, devrim öncesinde Rusya'ya kapağı attığını, işlettiği klüplerle zengin olup, devrimden sonra bu defa sıfırı tüketmiş birisi olarak İstanbul'a geldiğini anlatıyor. İstanbul'da Maxim'i açıyor, başka işlere giriyor, en nihayet borçlar içinde hapislere düşüyor ve orada ölüyor.
Şimdi bu kitap Türkçe'de: Siyah Rus (İş Bankası Yayınları). Daha ilginç, daha çarpıcı, daha zevkli bir 'okuma' düşünemiyorum... Okuyup bitirince, "Ey İstanbul" demiştim... Hâlâ da diyorum, her gün diyorum ve biliyorum ki, 100 yıl sonra da bugünkü İstanbul bu tür kitapların konusu olacak...
Midnight at the Pera Palace