Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

OO7, eskidin mi, dayanacak mısın?...

Tam bir çizgi film karakteri Bond. Yönetmen de bunu bildiğinden işin bu kısmını abarttıkça abartmış. İlk sahnelerin dağ taş yıkıldıktan sonra sadece şık elbisesinin yakasındaki tozları silken Bond'undan son sahnenin Bond'una kadar 'ölümsüz', her şeyin üstesinden gelen tam bir çizgi film kahramanı

Yeni bir James Bond filmi gelince benim yaşımda olanlar çocukluklarına döner. Hem Bond 50 yıldan fazla bir zamandır sinemalarda vurup kırdığı için ister istemez insan izlediği ilk Bond filmini ve sonrasını hatırlar hem de bu tür filmler insanlığın çocukluğuna hitap ettiğinden izlerken yaşınız ne olursa olsun çocukça duygularınızın kabardığını duyarsınız.İlk roman 1953'te yayınlanıyor. İlk film 1962'de. Bugüne kadar 24 Bond filmi çevrilmiş.
Bond'un yaratıcısı Ian Fleming 1964'te ölünce ondan sonra aralarında Kingsley Amis, William Boyd gibi çok has isimlerin de bulunduğu sekiz yazar Bond romanları veya Bond'u karakter edinen romanlar yazmışlar. Yazıyorlar. Yazacaklar. Böyle bir 'kült' karakter hazır ortadayken gerisi her yazarın onu kendi dünyasına yerleştirip kendi üslubunca yeniden yaratmasıdır.
11 Kasım 2012'de bir Bond yazısı yazmıştım bu sayfada. Şimdi sinemalarda gösterilen Spectre (Hayalet demektir neden o isimle gösteriliyor, anlamadım) filminden bir önceki Bond filmini irdeliyor, sonunda da bakalım bundan sonraki Bond filmi bize neler gösterecek diyordum. Artık biliyorum sorumun cevabını, çünkü gidip filmi gördüm.
Yeni Bond da, tıpkı bütün diğer Bond'lar gibi, içinde yaşadığımız güne karşılık gelen bir serüven. Hemen belirteyim, bu tür filmlerin önemi tek değil çok boyutlu olmasından kaynaklanır. Her Bond filmi, her benzeri kült filmde olduğu gibi üst üste yığılan katmanlardan oluşur. Her katman başka bir yanımıza seslenir. O nedenle bu tür filmeler popüler kültürün büyük, görkemli, zamana dayanan 'sanayi' yapıtları olur.
Bond filmlerinin de bir düzeyinde macera vardır, baştan sona bir aksiyon filmidir her yapıt. Müzik başlı başına bir unsurdur. Sonra film geleneksel macera sinemasının ve o sinemanın belkemiği olan 'kahramanın dönüşü' kavramını bütün kapsamıyla birlikte temellendirir. Yani, Yunan tragedyalarından beri devam eden ve artık bilinç dışımıza kazınmış bir yapı bizi film boyunca teslim alır. (Hemen belirteyim: sinema bir tekniktir. O tekniği kullanarak izleyiciyi şartlandırır. Sinema izlemeye başlayan ilk kişi o tuzaklara yavaş yavaş düşer ve onlarla büyülenir, koşullanır. Gelişmiş sinema izleyicisi de aynı patikayı yürümenin, bütün alışkanlıklarda duyduğumuz, aynı şeyi tekrarlamaktan kaynaklanan zevki yaşar.)

BOND SİYASET YAPAR

Burada kritik bir evreden de söz edeyim. Gene bu tür 'kahraman' veya 'karakter' filmlerinde izleyici zaten anlatılan hikaye içinde onunla özdeşleşmiştir. Artık bir akrabası, arkadaşı gibidir. Tarihini bilir perdedeki görüntüinsanın. O tarihi tabaka tabaka ayıklar her filmde. O arada da kendi tarihini, onunla özdeşleşmiş yanını çözümlemektedir. Bu psikanalizin devreye girmesidir. Karakterin o psikanalitik boyutu kendisini yavaş yavaş ele verir. Bu demektir ki, kendimizi de Freud Bey'in divanına uzatmışızdır.
Nihayet son aşamada karakter bugünün olayları ve gerçekleriyle bütünleşir. Bir tek Bond filmi yoktur ki, bu gerçeğin dışında kalsın. Hayır, tam tersine, 'hayata' bir soğuk savaş İngiliz gizli servis elemanı olarak doğan Bond kardeşimiz perdede bal gibi siyaset yapmaktadır. Ya da daha güzel söyleyeyim Bond politika yapmaz, politikanın aleti olmuş, 'siyasallaştırılmış' bir karakterdir. Politika, Bond üstünden yapılır.
Haydi, daha ileri gitmeden başka bir noktayı belirteyim. Bütün Bond filmleri çevrildiği/gösterildiği gün yaşanan en ileri lüksle iç içedir. Fakat bu tek başına önemli olmadığı gibi yeterli de değildir. Çünkü bizzat Bond Bey, kendi nostaljisini yaşamaktadır. Kendi alışkanlıkları vardır ve bunlar da hayli 'geriye dönük', 'nostaljik' nesnelerdir. İçtiği içkisini değiştirmez örneğin, ikincisi, arabaları başlı başına bir meseledir. Üçüncüsü, daima bir 'propaganda', adıyla söyleyelim, İngiliz propagandası olduğundan Bond daima güncel teknolojiyle haşır neşir olur. İleri teknolojinin nesnelerini kullanır.
Bond filmlerini izleyince hep aynı olan ama değişen, değişmiş ama hep aynı kalmış unsurlarla haşır neşir oluruz. 'Seri kahraman' da budur.
Gelelim son filme. Bundan bir süre önce Londra'daydım. Dağ taş Bond reklamlarıyla doluydu. Merakım büsbütün kabarmış olarak sinemaya gittim. Artık bu tür bir aksiyon filminden zevk alacak haleti ruhiyem olmadığından işin görselliğine takılıp, onun beni ne kertede memnun ettiğini düşünerek, bir de yukarıda anlattığım unsurları gözeterek izledim.
Popüler kültürün bu türden güçlü üretimlerine ilgi duyduğumdan Bond filmlerini baştan beri izlerim ama hemen itiraf edeyim en çok sevdiğim Bond filmi daima en son Bond'dur. Çünkü sinema teknolojiye bağlıdır. Eski filmleri başka başka nedenlerle izleyip sevebiliriz. Ama sinemayı bize lezzetli kılan teknolojisidir. O nedenle en son Bond hem görselliği hem de meseleleri itibariyle en iyisidir. Yani, favori Bond filmim yoktur. Spectre bana ilginç geldi elbette. Her şeyden önce o açılış sahnesinin görkemi, içerdiği 'grotesk' öyle yabana atılacak gibi değil. Aynı şekilde son sahnesi de hiç öyle çalakalem silinecek gibi değil. Ama asıl dikkatimi çeken tabii ki, öykünün iki boyutudur, onlar da şudur.
Bir önceki filmde Bond'un geçmişini öğrendik. Anasının babasının o çocukken öldüğünü! O öykü devam ediyor. Bu defa da kardeşi gibi olmuş, birlikte büyüdükleri ve aralarından Yunan tragedyalarını anımsatan ilişkilerin bulunduğu çılgın kardeşini tanıyoruz. Mal meydanda: her film bir psikanalitik/trajik meselenin etrafında düğümleniyor. İtiraf edeyim hikayenin bu kısmı ilginç, çekici ama geçen filmdeki öykü ve sonu kadar başarılı değil.
İkincisi ve bu defa daha ilginç olanı filmin asıl tartışma konusuydu: işin açıkçası film Bond'a 'devrin bitti, eskidin, sen de bağlı olduğun MI6 da artık değişmelidir' diyor. O da teknolojik yeniliğin her şey demek olmadığını kanıtlıyor. İşin özü, daha önce John Le Carre'nin Smiley romanlarındaki tartışma yeniden önümüze çıkıyor. Yani Bond 'dışarıdaki' düşmana değil, içerideki 'dostlara' karşı savaş vermek zorunda.
Bu tartışma önemli; çünkü, ciddi bir gerçeği yansıtıyor. 'Drone'lar dünyasında hâlâ eski usül casuslara ne gerek var sorusu kadar İngiltere'nin (hâlâ) 'dünya İmparatoru' olup olmadığını sorguluyor. Bir o kadar da 'İngiliz zihninin' özelliklerini, o meşhur gelenek-modern zıtlaşmasını.

ERİL BİR KARAKTER

Sonunda tabii Bond kazanıyor. O kadar sembolik bir zafer ki bu, en eski model bir arabaya binip filmi terk ediyor. Ama tam o sırada ben başka bir şeyi düşünmeye başladım: dünyanın en trajik karakteriyle karşı karşıyayız. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin bakalım; bunca psikolojik ve kimlik sorunu var. Vurup kırıyor, su içer gibi adam öldürüyor. Mutsuz. Alkolik. Kendisi de söylüyor, içtikçe içerim diyorum. O kadar ki, kendi örgütü bile adamcağızı tedavi olmaya zorluyor. Uzun lafın kısası alabildiğine eril ve erilliğinin çıkmazında bir karakter Bond.
Gelelim son hususa: tam bir çizgi film karakteri Bond. O kadar karton. Yönetmen de bunu bildiğinden işin bu kısmını abarttıkça abartmış. İlk sahnelerin dağ taş yıkıldıktan sonra sadece şık elbisesinin yakasındaki tozları silken Bond'undan son sahnenin Bond'una kadar 'ölümsüz', her şeyin üstesinden gelen tam bir çizgi film kahramanı. Ve gitgide daha fazla öyle oluyor.
İşte o zaman soru şu: Bize ne oluyor da, hâlâ o kağıttan kahramanı bunca hayranlıkla izliyoruz, neredeyse aileden biri sayıyoruz? Cevap vereyim: 20. yüzyıl sinemasının gerçekten de tek kahramanı vardı: Bond...
James Bond! Bakalım 21. yüzyıla da dayanacak mı?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA