Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Woody Allen'ın dehası

Kabul ediyorum trajik sanatı ve sanatta trajik olanı sevdim.
Karanlık ve zor edebiyattan her zaman haz duydum. Sanat benim için her zaman ciddi hatta soğuk bir boyuta sahip oldu. Ama burada beni tanıyanları yanıltmak, hayal kırıklığına uğratmak, şaşırtmak pahasına itiraf ediyorum. Çok güçlü, çarpıcı, sarsıcı örneklerin yanında Woody Allen'ın Everyone Says I Love You isimli filmi, 20. yüzyılın en büyük yapıtlarından biridir.
Çünkü, 20. yüzyılın en yaratıcı yapıtları arasındadır. Kendilerini üzdüğüm dostlarıma gerekçelerimi açıklayayım.
Felsefe zor bir alandır. Hatta açık yazayım karanlıktır felsefe. Öyle şatafatlı tanım, yorum ve değerlendirme yapanların sözlerine kulak asmayınız.
Felsefe son kertede insandır. İnsana ait meselelerin irdelenmesidir. Evet, mesela Heidegger başka şeyler söyler Felsefe Nedir isimli yapıtında, felsefe "Şeylerin özüne ait bilgidir" der ama ana sorularımıza cevap veren, ana sorunlarımızı çözen felsefedir. Ve itiraf edelim ki bu işi yaparken felsefe hayli asık suratlı, hayli çatık kaşlıdır. Çetrefil, karmaşık, dikenli bir dil, kullanır.

KENDİNİ İFADE ETMEK
Edebiyat da bu konularla uğraşır. Ve o anda edebiyat da kendi labirentlerine girer, kuyularına dalar, kendi mağaralarının ışıksız derinliğine çekilir. O anda, o aşamada edebiyatla felsefe buluşur.
Şimdi 500 yaşına doğru yürüdüğümüz büyük Shakespeare, oyunlarında, mesela Julius Cesare'da veya Kral Lear'da basbayağı felsefe yapar ve trajikle buluşur, bırakın doğrudan tragedyalarını bir yana. Dostoyevski'nin veya Conrad'ın ya da Beckett'in karanlığı da aynı nedenledir.
Ama bu aydınlık bir karanlıktır.
Bir de düşüncesini güler yüzle, matrağın içine girerek, gülerek anlatanlar vardır. Kim ne derse desin satirist Bulgakov benim için öyledir, Kundera haydi haydi öyledir. Haşek keza. Eğer üç eski Doğu Bloğu ülkesinden örnek verdiysem hiç tesadüf değil. Sistemler kapandı, rejimler kilitlendi, zihinler tıkandı mı geriye mizah, gülmece, yergi kalır. Düşünce kendisini gülerek ifade eder, gülmek düşünce dile getirmenin bir yolu olur.

HERKESLE ALAY EDER
Woody Allen bu işin şahıdır. Şu bahsettiğim filmin neredeyse her karesinde bir derin, insana ait sarsıcı bir soru vardır. Ama Allen bunu son derecede hoş bir biçimde, güldürerek anlatır. Bütün bir hayatı eline alır, ışıklı bir küre gibi çevirir, havaya atıp tutar.
Bazen de bırakır ki, yere düşüp kırılsın ve parçaları tıpkı kırılmış bir ayna gibi görüntüleri sınırsızca çoğaltsın. Herkesle alay eder, herkes kendi zaaflarıyla ortaya çıkar, herkes sandığından farklı birisi olduğunu görerek kendisine şaşar.
O arada müzik ve dans vardır. Gene itiraf ediyorum ne müzikal severim ne de dans. Ama bütün bunlar bir şehrayinin, bir eleğimsağmanın rengarenk ışıkları, gökyüzündeki yıldızların teker teker yeryüzüne indirilip avucunuza konmasıysa neden beğenmeyeyim? Neşe, umut, zevk, mutluluk insana mutlaka uzak ve küs mü olmalıdır ki, dans ve müziği de içeren bu filmin heyecanını görmezden geleyim?
İşte bunlar o filmi 20. yüzyılın en yaratıcı yapıtlarından biri haline getiriyor.
Buna Allen'ın kendisiyle dalga geçmesini, içinde yaşadığı toplumu baştan sona hicvetmesini ekleyiniz, bakın bakalım, bir buçuk saat içinde önünüzden tüy hafifliğiyle geçen film bahsettiğim özellikleri taşıyor mu taşımıyor mu?

BÜYÜK BİR DÜŞÜNÜR
Geçen hafta Woody Allen'ın son filmi Mantıksız Adam'ı seyredip çıktım.
Satın alıp, Allen'ın ne kadar eski filmi varsa cep telefonuna indirdim.
İstanbul'un trafik sıkışıklığında, uçak yolculuklarında seyrettim. Ve onun yaratıcılığına iman ettim. Gene inandım ki, Allen, artık hayli yaşlanan bu büyük usta, insanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük dehalardan biridir.
Bu yargımı sayısız kanıtla savunabilirim.
Bir kısmını zaten öne sürdüm.
Şimdi benim için en önemli olanını belirteyim:
Allen'ın ustaları Dostoyevski ve Ingmar Bergman'dır. Kendisi Antonioni'yi de işin içine katar. Ama el aldığı asıl isimler bu birbirine çok yakın duran iki kuzey, kar ve karanlık ülkesinin insanıdır.
Zaten bu nedenledir ki, Allen, bütün büyük yaratıcılar gibi büyük bir düşünürdür. Gene her düşünür gibi insanı kendisine temel malzeme sayar.
Onu çözdükçe çözer, açtıkça açar.
Dikkatimi bu süreçte en çok çeken Allen'ın gene aynı soydan diğer yaratıcılar gibi en fazla insanın kendisine yabancılığı üstünde durmasıdır. Hep şuna inandım: insanı trajik varlığı içinde, öleceğini bilerek yaşayan bir varlık olarak sorgulayan tüm büyük isimler gibi o da gelir varoluşçu bir noktada durur.
Doğrudur, Allen'da mesela Malraux'da, Semprun'de, Conrad'da olduğu gibi insan büyük eylemlerin içinde sınanmaz, o eylemlerin masatında bilenmez. Herkes kendi küçük hayatı içinde sıkışmıştır. Ama Allen belki de daha zor olanı yapar: küçük insanın büyük sorunlarla boğuşmasını anlatır.
Büyük savaşlara, serüvenlere açılan insanın kendisini, varlığını, gerçekliğini sınaması daha kolaydır. Eylem zaten o sınamanın kendisidir. Sıradan hayatın tutsağı insan diyelim ölümle burun buruna geldiğinde ne yapacaktır?
İşte asıl sorun o: dikkat edin, Allen'ın aslında bir tek büyük konusu vardır: ölüm. Hatta bunu daha da inceltelim: öldürme. Şimdi herkesin daha kolay hatırladığı Match Point, Husbands and Wives, Crimes and Misdemeanors hep o Antik Yunan mitolojisinde ölüleri taşıyan nehir Stykes'e açılır. Buna göre herkes katil olabilir. Öldürmek ve suç düpedüz içimizdedir.
İşte Mantıksız Adam bu gerçeği gidebileceği en uç noktaya taşıyor. Bir felsefe profesörü birisini, kabahat işlediği için öldürmeye karar verir. Kaç katman vardır bakın bu kararda: öldürme hakkı kimindir, birilerine zarar veren, iyi insan olmayan yok edilmeli midir, düşüncenin kendisiyle uğraşmakla eylemde bulunmak arasındaki fark nedir?
Filozofların doğrusu sıradan insanların doğrusundan üstün müdür yoksa basit insanların hukuk bilinci, o bilincin ortalama değerleri cafcaflı düşüncelerle dile getirilenden daha basit ama daha iyi bir dünyayı kurmaya yeter mi?

SANAT ZOR BİR ŞEYDİR
Allen başka bir soruyu gizli tutuyor filmde: Tanrı kimdir? Yargılayan ve ölüme mahkum eden midir? Ana soru bu olduğundan filozof birisini öldürür ama sonunda kendisi de ölür. Bu, yeryüzünün en eski sorusudur. Bütün dinlerin ana meselesidir. Kabil'in katilliği, İbrahim'in oğlunu kurban etmeye kalkışması, Roskolnikov'un tefeciyi öldürmesi...
Hatta İsa'nın çarmıhta Tanrı'ya "Beni niye terk ettin" diye sorması... Yargılayıp öldürerek Tanrı olan insan ve ölerek Tanrı'ya teslim olan insan. Bu büyük, sarsıcı hatta yıkıcı çelişkinin etrafına örülmüş bir filmden ötesi olabilir mi?...
Sanat zor bir şeydir. İnsani bir meseleye dayanmayan sanatın anlamı olamaz. Başka işlevleri olsa bile gerçek sanat daima insanı irdeler.
Woody Allen bize sanatın temel konularının, insana ait meselelerinin gerçekliğini, kabul edelim ki 'Amerikanca' anlatıyor. Ama eşsiz Rus edebiyatından, içine dönük varoluşçu Avrupa sinemasından etkilenmiş gerçekten hayranlık uyandıran bu büyük yaratıcı o üslubu kullanarak, o dille unuttuğumuz bütün büyük soruların kıyısına taşıyor bizi.
Büyük bir insan sevgisiyle ve ona acıyarak, daima doğrulardan yana olarak.
Tanrı'yla yüz yüze gelmek her zaman ürperticidir...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA