Son zamanlarda Sudhir Hazareesingh isimli benim İran asıllı sandığım ama kitabını okuduğumda Mauritius'tan olduğunu öğrendiğim bir Oxford hocasının kitabı yayınlandı: Fransızlar Nasıl Düşünür (How the French Think). Fransız düşüncesine, entelektüel hayatına hayli içeriden ve benimseyerek yaklaşan bir kitap. Ama bir o kadar da eleştirel. Hazareesingh görüşlerinin bir özetini daha sonra Guardian'da bir yazıda ele aldı ve makalesine Paris'te sol entellektüellerin buluştuğu 'Sol taraf artık taraf değil' (From left bank to left behind-asıl manası: sol yaka artık arkada kaldı) manasında bir başlık attı. Anlamışsınızdır: Fransa entellektüellerini ve onlar üstünden kazandığı evrensel etkiyi yitiriyor...
Bu konu tükenmez bir tartışma konusudur. Biter biter başlar. Beni de yakından ilgilendirir. İstediğim kadar Anglosakson eğitimi veren Ankara Koleji'nde okumuş olayım, istediğim kadar Amerikan üniversitelerinin rahle-i tedrisinden geçeyim 'akültürasyonum' Fransız'dır. Ne yapalım, gözümü açtığım evin kültürel dokusu öyleydi. Annem babam ellerinde Fransız romanlarıyla dolaşırken ben o edebiyata kayıtsız kalacak değildim ya! Kaldı ki, yetiştiğim o dehşet veren 1970'li yıllarda Marksizmi ancak Fransa üstünden takip edebiliyorduk. İngiltere'nin Troçkist geleneğine sonradan sonradan yönelebildim. Şunu da belirteyim ki, bu işlerle daha ciddi biçimde uğraştığım 1980'lerde Fransız toplumsal düşüncesinin büyük yapıtları öyle bugünkü gibi ortalığa saçılmamıştı. Bırakın Foucault'ları düpedüz bir edebiyatçı muamelesi gören Barthes'ın kitaplarını bile bulmak dertti. Sonra bu kültür, Amerika'da, Fransa'dakinden daha fazla etkinlik kazandı. Ama bu defa da Fransız kültürü öldü sloganları ortaya yayıldı.
Hiç o tartışmaya girmeyeceğim. Ama şunu da belirtmeden geçmeyeceğim: kim ne derse desin eğer Batı kültürü metodoloji ve analitik birikim olarak esas ise ki, bana göre haydi haydi öyle, o takdirde Fransız düşüncesi öldü vs. demeyi anlamlı bulamam. Bir gerilemenin olduğu muhakkaktır ve sebepleri malumdur ama Derrida her felsefecinin Platon'la hesaplaşması gerektiğini söylüyor muydu, ben de buna başka bir boyut ekleyeyim, her felsefeci bir ölçüde Descartes'ten başlayarak Fransız düşüncesiyle de hesaplaşmak zorundadır.
***
Geleceğim asıl nokta bu aydınlar meselesi. Fransa ve kültürel hayatı söz konusu olduğunda aydın konusunu düşünmemek olanaksız. Hazareesingh'den bir zaman önce de erken yaşta yitirdiğimiz
Tony Judt,
Kusurlu Geçmiş (
Past Imperfect) kitabında çok muhataralı bir konuya girmiş ve Fransız entellektüel hayatının en civcivli yıllarını 1944-1956 arasını ele almıştı. O da gayet 'sorunlu' noktalara parmak basmıştı bu konuda.
İşin özü şu ki, dünyada entellektüel denildiğinde akla gelen ve tartışmanın başladığı ilk ülke Fransa'dır. Meşhur deyimle söyleyeyim: entellektüeller konusunda Fransa nezle olursa dünya zatürre olur. O bakımdan o ülkedeki entellektüeller eğer bir sorun yaşıyorsa bu tüm dünyada aynı sorunun büyüyerek yaşandığı anlamına gelir. Dolayısıyla, evet, bugün Fransa'da bir entellektüel sorunu var. Bu alandaki insanlar artık toplumu eskisi kadar etkilemiyor Fransa'da. Ama dünyanın geri kalan kısmında da böyle.
***
Bu durumu açıklayacak çok sayıda neden var. Dünya değişti, her şeyden önce. Ama çok zaman önce Fransız düşünür
Foucault'nun eski '
evrensel aydın' tipolojisi bitti artık '
özgül aydın' (specific intellectual-kesinlikle özel değil, belirteyim; hatta çekinmesem buna 'kesin/kati' aydın da derim, 'specific'in esas manası budur) dönemi başlıyor saptaması önemliydi. Sartre'ın, Camus'nün hatta kusura bakmasın bizzat Foucault Bey'in temsil ettiği her şeyden sorumlu, her şeyle ilgili, toplumu yönlendirmeyi vazife edinmiş, 'bilen kişi', öncü kişi tanımlarını üstünde taşıyan aydın tipi sona eriyordu. Bu aydın öncelikle muhalifti, öncelikle soldaydı. (Sağ aydın olur mu sorusu uzun süre tartışıldı.) Dünyayı toplum adına dönüştürmeyi üstlenmişti. Özgül aydın ise belli bir konunun uzmanıydı (bu yüzden 'kesin aydın'...). Aradaki fark büyük ölçüde 'söylem' kavramıyla yani anlamın ve iktidarın buluştuğu yerle ilgiliydi. Bireysel yazar bir aydın olarak evrensel düzeyde insanlık adına konuşabilir ve kendi gerçeğini bu düzeyde öne sürebilirdi.
Oysa zaman değişti. Artık bilginin konumlanışı gerçek kavramının içeriğini kökünden değiştirdi. Somut bilimlerdeki gerçek siyasal veya toplumsal alandaki gerçekten farklıdır. Hal böyle olunca o bilgiyle yüklü kişinin evrensel insanlık adına bir doğruyu/gerçeği savunması söz konusu değil. Savunduğu gerçek belli bir alana aittir.
Foucault bu ayrımları Marksizmin ve 'sol aydın' anlayışının hayli etkili olduğu bir dönemde dile getiriyordu. Hem o düzlemden çok uzaklaşıldı hem de bugün mesela 'eleştirinin' hâlâ etkili olup olmadığını soruyorsak bu, özel aydın-evrensel aydın ikilemi bakımından ilginç bir sorudur. Eleştirmen kendi bireyliğindeki bilgiyi evrensel bir doğru olarak temellendirip sunan insandı. Oysa bugün
gerçeğin çoğulluğu/göreceliği dönemini yaşıyoruz. Sosyal medya hiçbir şey yapmadıysa da bunu gerçekleştirdi. Tüm o bloglar, şunlar bunlar hep bu yöndeki gelişmeleri besleyen olgular.
***
Bütün bunlar hepsi yerli yerinde olgular ama meseleyi Türkiye'ye nasıl taşıyacağız? Bu soru yerden göğe kadar meşrudur. Çünkü, Türk modernleşmesi özünde 19. yüzyıl Fransız entellektüeli modeline bağlı olarak gelişmiştir. O 'bilen kişi', evrensel gerçeği kendinde saklayan toplum öncüsü, Tanzimat'tan bu yana yaşadığımız, Kemalist rejimde doruğuna çıkan aydın modelinin, rolünün ve işlevinin özüdür. Hatta bana kalırsa bu sürecin doruk noktasını 2. Meşrutiyet öncesindeki
Genç Türk hareketi oluşturur. Bir
Genç Osmanlı (dikkat 'Türk' değil...) olan
Namık Kemal de aynı kategoridedir ama asıl Genç Türkler siyasal olanla evrensel olanı kendi nefislerinde bütünleştirip toplum öncüsü rolüne soyunmuşlardır.
Kemalist rejim de bunu kabul etti. Ama kısa bir süre sonra bütün otoriter rejimler gibi kendi '
organik aydınını' (deyim elbette
Gramsci' babanındır) yarattı. Gerçek manasında aydın olan eleştirel insana yaşama hakkı tanımadı. Böyle olduğundan Kemalizm bir süre sonra
kendi aydınlarını tahrip etme işine girişti. Siz, Nazım Hikmet'ten Yaşar Kemal'e, Kemal Tahir'den Çetin Altan'a, Necip Fazıl'dan Can Yücel'e kadar onca aydının hapislerden, işkencelerden, çilelerden geçmesini yoksa başka türlü mü açıklıyordunuz?
Bütün bunlardan sonra olan AK Parti yıllarına geldik. Kabul edelim ki, bu iktidar dönemi bizi bildiğimiz sistemin hatta gerçeklerin dışında bir alana, bir dünyaya taşıdı. Bunu büyük ölçüde gene kendi organik aydınlarıyla yaptı. Ama işin içinde daha ilginç bir boyut var.
Şu... Çok uzun bir süredir televizyonlarda yayınlanan programlarda AK Parti adına konuşan aydınlara bakıyorum. Elbette hepsi inandığı şeyleri söylüyor. Bunda kuşku yok. Ama ben gene de onların üstlendiği konularda cevap veren başka kanatlardan gelmiş diğer kişileri dinlediğimde arada ciddi bir fark oluştuğunu düşünüyorum.
Etyen Mahcupyan'ın AK Parti hakkında yaptığı yorumlardaki derinlik ve gücün, geniş perspektifin AK Parti'nin veya muhafazakar demokrat kesimin organik aydınlarında bulunduğu kanısında değilim. Aynı şekilde diyelim
Şükrü Hanioğlu'nun bir tarih konusunda yaptığı yorumla muhafazakar tarihçilerimizin yorumları, değerlendirmeleri arasında dünya kadar fark var. Hatta bu karşılaştırmayı yapmam bile abes ama kendimi anlatmak adına mecbur kaldım. Kısacası bu kesimin henüz aydınlarını yaratamadığını düşünüyorum.
Bunu açıklayacak sayısız gerekçe de sıralayabilirim. Belki bir gerekçe az önce anlattığım 'genel/evrensel aydın' tipinin sonuna gelmemizdir. Nesnel koşulları ortadan kalktığı için, diyelim, muhafazakar çevre sol aydına benzer bir organik aydın üretmeye çalışıyor fakat başaramıyor. Bu, üstünde durulması gereken bir sorunsaldır. Fakat sanıyorum daha önemlisi metodoloji ve evrensel kültür farkıdır. Varsın beni oryantalizmle suçlasınlar. Batı sistematik kültürünün içselleştirilmemesinin yerellik, içe dönüklük sendromlarını aşmaya izin vermediğini öne süreceğim. Evet, evrensel aydından vazgeçtik ama yerel aydın konusu da başlı başına dikenli bir konu. Bütün bütüne aydın olgusu tükendi deniyorsa bir şey söyleyemem, aklımın alacağı işlerden değildir. Ama aydın söz konusuysa oturup üstünde yeniden düşünmek gerek.