Türkiye'nin felaket gündemi her ne kadar içimizi karartmış ve başka bir şeyle ilgilenme olanağını yok etmişse de hayat devam ediyor. Yaşadığımız dünyanın getirdiği onca oluşum karşısında söz almak, tavır almak bir zaruret. Ben de bu mantıkla her şeye rağmen daha 'nötr' bir konuda yazmak istedim: Nobel ödülleri. Bir yanıyla geç kalmış bir yazı. Aziz Sancar hocamız ödülünü aldıktan sonra bir yazı yazmaya hazırlanıyordum. Fakat yazı günü beklerken Ankara Garı'nda malum bombalar patladı. O arada Fehmi Koru üstadımız çok güzel bir Nobel yazısı yazdı. Yazabilseydim benimki de aşağı yukarı aynı minval üzere olacaktı. Tanıdığım, tanıştığım Nobellilerden söz edecektim. Şimdi öncelikle onun tanıdığı Nobellilerle ilgili bir çift laf edeyim istedim. Sonra benimkilere geçerim. Ama önce şunu yazmadan edemeyeceğim. Nobel Kimya Ödülü açıklanmadan bir gün önce Brüksel'deydim. Bir bakanlık görevlisi dostuma Aziz Sancar'ın Nobel'i alacağını belirtmiştim. O gün tıp ödülü açıklanmıştı. Ertesi gün uçaktayken o dostum yanımda oturuyordu. Cep telefonuma gelen mesajı okutup Sancar'ın ödülü aldığını söyledim. Bir önceki geceyi hatırlayıp, kadirbilir bir şekilde ayağa kalkıp, 'kehanetimi' etrafa duyurdu. Oysa kehanet değildi. Biraz izleyince bilinen bir şeydir Nobel'i kimlerin alabileceği.
EFSANE BİR İKTİSATÇI
Koru, Harvard'da bulunduğu yıllarda kampüste karşılaştığı Nobelli hocalardan söz ediyor. Onlardan biri Paul Anthony Samuelson. Benim için de efsane bir isimdir Samuelson. Nedeni şu: Mühendislik eğitimini tamamlarken artık o alanda daha fazla kalmayacağımı ve iktisat okuyacağımı biliyordum. Bu maksatla oturup kendi kendime iktisat öğrenmek istedim. O vakitler, 1970'lerin sonu, bu konuda yazılmış neredeyse tek kitap vardı: Ekonomi. Yazarı Samuelson'du. Müthiş zevkli, lezzetle okunan bir kitaptı. O ara biyografisini de okumuştum. Yoksul bir Yahudi çocuğu olarak Harvard'da doktorasını alırken, tez sınavı bir mucizeydi. Efsane iktisatçılardan Schumpeter en az kendisi kadar şöhret sahibi Wassily Leontief'e dönüp, "Evet Wassily geçtik mi?" diye sormuştu. O derece parlaktı, öğrenci Samuelson. Koru, Samuelson babayı MIT kampüsünde bisikletiyle gördüğünü söylüyor. Tevazuundan bahsediyor. Koru, Samuelson'u gördüyse ben de bir başka matematikçi-iktisatçıyı gördüm: John Nash. Onunla ilişkimi, odamı nasıl her gün ziyaret ettiğini, ahbaplığımızı Sabah'ta yazdım. Üstelik benim maceram da tanıdığım kişi de daha dramatik. Dileyenler o yazımı okuyabilirler. Sadece şunu belirteyim. İkinci Nobelli dostum diyemeyeceğim ama tanışımı da yazayım: Toni Morrison!
STEPHEN KİNG OKUYAN NOBELLİ
O da 1993 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü almıştı. Bir edebiyat eleştirmeni olarak Princeton'a gittiğimde orada ders verdiğini biliyordum ama kendisini, doğrudan da doğru, pek bile değil hiç merak etmiyordum. Toni Morrison'la (doğduğunda Chloe Ardelia Wofford adındaydı, o bayıldığım Güney'de değil Orta Batı'da Ohio'da doğmuştu ve Katolik olarak vaftiz edildiğinde Anthony adını almıştı, Toni adı oradan geliyor. Evlenince de kocasının soyadı Morrison...) ilk tanışıklığım dolaylı oldu. Princeton'da pek öyle taksi bulunmaz. Önceden telefonla ayarlamak gerek. Robert bazı telefon numaraları verdi. Aradım, Abdüssamet isimli bir siyahi adam geldi. Siyaset bilimi falan derken benden bazı kitap adları istedi. Anladım ki, okumaya meraklı. O ara konuşmaya da meraklı çıktı. Bir gün bana edebiyat sevip sevmediğimi sordu, hastaya ilaç sorar gibi. Toni Morrison'un müşterisi olduğunu söyledi. Fakat asıl çarpıcı olanı, bütün o yolculuklarda Nobelli yazarın Stephen King okuduğunu söyledi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Nobelli yazar ve gerilim romanları yazarı... Günün birinde bir partide tanıştık. Etrafa biraz yukarıdan bakan bir hali vardı ama Amerika'daki önemli akademisyen kadınlarda o havayı çokça görmüşümdür. Tanışınca bana ilgi duydu, Türkiye'den geliyordum, epey edebiyat biliyordum. Uzunca konuştuk. Ama mesele şuydu: Morrison, Amerika'nın en saygın romancısı kabul ediliyordu. Ama bendeniz bir türlü onun romanlarına ısınamamıştım. Kötüdür diyemem, beğenip beğenmememin de bu saatten sonra bir anlamı yok. Fakat ait olduğum roman ve edebiyat geleneği içinde o romanlar, meselelerini anlasam da, benim Pantheon'umda pek öyle yüksek yerlerde değillerdir.
ÇOK BÜYÜK BİR CEVAP
Şeytan dürttü, şunu biraz çıtlatayım dedim. Tam beni hayranı sayacakken şimdi yazdığım şeyi dile getirdim, fakat, dedim, bu romanlar benim kalemim değildir. İşte o zaman büyüklüğünü gösterdi, "Benim de değil" dedi ve ekledi, "Bunları çok seviyorum, ama başka bir dünyada yaşamak, başka şeyler yazmak isterdim. Bu romanları ben yazmadım, bu romanlar bana yazdırıldı." Bu gerçekten çok büyük bir cevaptı ve bana bir kere daha romanın ne olduğunu anlatıyordu. Elini öptüm. Kaldı ki, hayatı boyunca, 'feminist' olmadığını ısrarla belirtir ve o şekilde adlandırılmaya şiddetle itiraz ederken, daima politik olmuştu. Seks skandalı nedeniyle azledilmek istenirken de "O bizim ilk zenci başkanımız" diyerek Clinton'a sahip çıkmıştı. (Hillary Clinton'a tüm saygısını belirtip Obama'yı destekledi-doğallıkla ve gayet yerinde olarak.) Mükemmel bir yazar ve insandı. Bir de Orhan Pamuk'un ödülü var. O yıl ödülün kendisine verileceğini tahmin ediyordum. İnternetin başına oturup beklemeye başladım. Haberi verdiler. Sevincimden uçtum. Ve hoş bir şey yaptım. O zamanlar bulunduğum Sabancı Üniversitesi'nde yakın dostum Burak Arıkan bir gün sıkıcı bir toplantıdayken gelmiş bana çok sevdiğim Coetzee'nin Nobel'i aldığını söylemişti. Hemen koridora çıktım, Burak ders anlatıyordu, kapıyı vurdum, geldi, Pamuk'un Nobel'i aldığını söyledim. O Nobel'i almış ben de tatlı rövanşı. Aziz Sancar hocamızı yürekten kutlarım.