Radikal Kitap Eki'nin yönetmeni dostum Cem Erciyes'le konuşurken, yaz başlarında bir akşam, çok uzun yıllar boyunca çıkan bütün yeni edebiyat kitaplarını okumaya çalıştığımı, yeni yazarları harıl harıl takip ettiğimi bildiği için, durumun hâlâ öyle olup olmadığını sordu, "Hayır" dedim, "Artık takip edemiyorum..." Bunun üstüne Cem her zamanki nezaketiyle ama bu anın geleceğini bekler, biraz da muzaffer (!) bir edayla "Nihayet siz de mi Hasan Bey..." dedi. Evet, nihayet ben de artık yeni çıkan edebiyat kitaplarını romanları, öyküleri izleyemiyorum.
Yıllar önce, işlerin buraya geleceğini saptayan bir yazı yazmıştım. 'Yeni yazar'ların, bizde, hiçbir elekten, kalburdan geçmeden 'yayınlandığını', bunun daha fazla süremeyeceğini, sürememesi gerektiğini belirtmiştim. Oysa demiştim o yazımda, kitap yayıncılığının, edebiyatın ve entelektüel hayatın önemli olduğu toplumlarda ilk kitap binbir süzgeçten geçtikten sonra yayınlanır.
EDEBİYAT İLE YAZI FARKLIDIR
Nitekim, şimdi, Selim İleri, son yayınladığı ve Türk romanını ele aldığı kitabı 1980'de kesiyor. Bir konuşmasında o tarihten sonra yayınlanan yapıtları izleyemediğini belirtti. Ben de geçenlerde bir gece, mutat olduğu üzere, sabaha karşı 3.30 sularında uykum kaçtığında düşünmüştüm: modernleşmeyi Tanzimat'tan başlatıyoruz. Yakın dönemi 1950'de DP'nin iktidarıyla başlatıyoruz.
Peki artık bunu 1980'e çekmenin zamanı gelmedi mi? Türkiye enine boyuna, boydan boya değişti. Edebiyat da bu değişim alanlarının biri. Hatta bırakın 1980'leri, son 10 yılda çağdaş sanat dünyasında ve edebiyatta büyük bir farklılık görüldü.
Haydi çağdaş sanat dünyasının kendisine özgü boyutları var. Fakat edebiyatta bu ivmeyi (hızı değil ivmeyi- ivme, hızın da git gide artmasıdır) yaratan nedir derseniz, burada öyle uzun uzun sosyolojik çözümlemelere girecek halim yok. Şu kadarını söyleyeyim. Birincisi, yayın dünyasındaki imkanların artması bu işleri canlandırdı. Yayıncılık artık teknolojik açıdan çok kolay bir iş.
Ama asıl neden biraz daha ötede: edebiyatçı olma hevesindeki artış. Asıl bunu konuşalım. Çok daha iyi eğitimli bir kuşak var ortada. Daha iyi okullarda okudular. Çoğu bu insanların, reklam yazarlığı yaptı. Kısacası yazıyla yakın ilişkiden geliyorlar. Bu insanlar yetişme koşullarının da etkisiyle hayatlarını edebiyat olarak ortaya koyabileceklerini düşünüyor. Burada kritik nokta yazıyla meşgul olan bu insanların edebiyatla ne ölçüde ilgili olduğudur.
Bu noktada cevabım fazla iyimser olmayacak. Edebiyatla yazı birbirinden farklıdır. Her edebiyat yazıdır. Ama her yazı edebiyat değildir. Eldeki malzemeye bakınca rahatlıkla bugün roman yazan kişilerin önemli bir kesiminin bu bilinç eksiğine sahip olduğunu görmek kabil. Gerçekten de yeni romanların önemli bir bölümü sadece yazı çabası.
Attila İlhan, yıllar önce bir sohbetimizde, "Haydi şiiri anlarım" demişti, "İnsan başka bir işte çalışırken şiir yazabilir, anlı şanlı şair olabilir ama romancılık bir iştir yahu!..." Yeni romancılarımızın en fazla bilmedikleri bu. Gene bu nedenle olsa gerekir ki, ya fantezilerden, fantastik dünyalardan ya da hayali bir takım tarihsel olaylardan yola çıkıp roman yazıyorlar. Kaldı ki, bunların çoğu roman değil, novella-küçük roman. Öte yandan, neredeyse her romancı yapıtında dille, anlatımla 'oynuyor'.
Deneysel romanı, dili anlatımı paramparça eden yaklaşımları bilirim.
Asıl ilgi alanımı da onlar meydana getirir. Fakat bir gerçeği kabul edelim: herkes Perec, Beckett, Genet, Pynchon, Moody, Wallace veya Pamuk olmaz. Ve şunu belirterek işin can alıcı kısmına değineyim: kısır hayatların romanı olmaz!
Anlatayım...
İNSANLIK DURUMU ROMANLARI
20. yüzyıl büyük maceraların dönemidir.
Dünya birkaç kere yıkılıp yeniden kurulmuştur. Büyük savaşlar, büyük devrimler o çağda yaşandı. Batı romanının en önemli isimleri bu karmaşadan doğdu. Söylediklerimi anlatmak için bir örnek vereyim: Andre Malraux...
Malraux, bir mitomandı. Hayatını yalan üstüne kurmuştu. Ama yaşadığı gerçek de yabana atılır gibi değildi.
Çin devrimine katılmıştı, 1920'lerde.
Derken Uzakdoğu'da eski eser kaçakçılığından tutuklandı. O döneminde komünistti. Türkiye'den geçip yoluna giden Troçki'yle Royan'da görüşmüştü.
Derken İspanya'da iç savaş çıktı. Savaşa havacılıktan ve pilotluktan anlamamasına mukabil Albay Berger adıyla, hava birlikleri örgütleyerek katıldı. Savaş yitirildikten sonra Moskova'ya gitti. Derken 2. Dünya Savaşı patladı. Bu defa Fransız Direniş Hareketi'ne katıldı. De Gaulle'le irtibat kurdu. Tutuklandı, kaçtı.
Savaşın ertesinde önce kısa bir süre İletişim Bakanı oldu. Sonra 1959-69 arasında Fransa Kültür Bakanlığı yaptı.
Malraux bu hayatından önce Kral Yolu, Batının İğvası gibi romanlar çıkardı.
Onları Kanton ayaklanmasını anlattığı Kanton'da İsyan, Çin'i anlattığı İnsanlık Durumu, İspanya iç savaşını irdelediği Umut izledi.
Malraux, yaşadıklarının adını koymuştu: insanlık durumu.
Bu yaklaşım, tutum, bir roman anlayışının da adıdır: insanlık durumu romanları...
Bu yaklaşımı geriye çekip, bir idam mangasının karşısında üstüne boşalacak kurşunları beklerken affedildiği haberini alan Dostoyevski'ye kadar geriye itmek mümkün. Gemicilikten gelip, 40 yaşından sonra İngilizce öğrenip 'dehşet' romanlar yazan Conrad'a kadar götürmek kabil. Buna, Malraux ve sonrası dönemin Hemingway'ini, Filistin sokaklarında gazete satan Koestler'i, komünistlikten Buchenwald toplama kampına gönderilen, 20 yıl yer altında İspanyol Komünist Partisi militanı olarak yaşayan Jorge Semprun'ü katmak mümkün.
Bu yazarlarda neredeyse körleştirici bir tutku, yıpratıcı, hatta rahatsız edici bir şiddet, sarsıcı bir sınır tanımazlık vardı. Bu insanların malzemesi tanımadığımız, keşfedilmeyi bekleyen yanıyla insandır: derin, büyük, geniş, karanlık ve aydınlık yanlarıyla insan...
İşin özünü gene Malraux dile getiriyordu: yaşantıyı kadere dönüştürmek! Şu andığım ve içinde daha nicelerini yerleştireceğim edebiyatçıların tamamı bu gerçeğin içinde biçimlenmiş, bu gerçeği biçimlendirmişlerdi.
Küçük hayatların da büyük romanları olur. Bir dizi yazar da o tür yaşantıları, hem de en derin şekilde, kaleme almıştır. Kafka'dan başlayıp daha nice yazara bu köprü üstünden ulaşılabilir. Ama bu yazarlarda da insan gerçeğini belli bir metafiziğin içinden, arkasından, ötesinden göremeye, göstermeye çalıştılar. Kısacası, roman insanla ilgilidir. Bu nedenle romanla ilgili her yazıda Derrida'nın 'iyi roman iyi felsefedir' sözünü anıyorum.
İnsan o romanları okuyup bitirdikten sonra kendisine de, diğer insanlara da aynı gözle bakmaz.
19. yüzyıl romanını elbette seviyoruz.
Onun daha fazla yazılamayacağını biliyoruz. Nitekim 20. yüzyıl romanlarından söz ediyoruz. Ama bu romanın kendisine ait gerçeğin dışına düşmesini istemek, beklemek anlamına da gelmez.
Bu roman hâlâ yazılıyor. Çünkü insan hâlâ var ve yaşıyor. Öteki roman, suya sabuna dokunmayan, mızmızlığın romanı da yazılıyor. Ama o romanlar dramını yitirmiş insanların romanıdır. Sadece dil oyunu, sadece teknik, sadece bulmaca çözer gibi birkaç 'numaranın' iç içe sarıldığı romanla insanı yakalamak, işlemek olanaksızdır. Gelirler ve geçerler. İnsan ise gürültülü, etrafını yakıp yıkan bir nehir gibi akmayı sürdürecektir. Onu yakalayanlar kalacak, diğerleri toz olacaktır.
Roman gibi roman isteriz.