Onu bunu bilmem 17 yılda dört ev değiştirdim.
Her birinin nedeni var. O evleri ararken çok emlakçıyla karşılaştım. Yakınlarda bir dostum oturduğu evin satılmasıyla ev aramaya kalkıştı. Beni de çağırdı. Eski anılarımı (!) tazelemek ve değişen bir şey var mı diye görmek için katıldım. Doğrusu değişen bir şey yok.
Eski hamam eski tas!
Arkadaşımın bir ahbabı aklına girmiş, "Senin artık içinde yaşlanacağın evi bulman gerek" demiş. Sonra da, "Ben seni tanırım, muhakkak teraslı, deniz gören bir ev olmalı" diye eklemiş. Aklınca öyle bir ev alırsa ahbabım sabahtan akşama kadar dışarıda sürdürdüğü kafe-lokanta hayatına da bir son verecekmiş.
Onun da aklına yatmış. Teraslı ev aramaya koyulduk. Aman Allahım! O gördüğümüz evlerin hali... Ben eski evleri alıp onarmayı, kendime göre düzenlemeyi severim.
Hep de öyle yaptım. Ama bunlar ellenecek gibi değil. Sokaklarına kamyonlar girmez.
Belediyeler izin vermez. Bin türlü ceht...
Onların hepsini geçtim. Beni çıldırtan asıl meseleye gidip gene küt diye kafamı vurdum: emlakçılar.
Dediğim gibi, yıllar önce de böyle ev arıyordum.
Karşılaştığım durumları, halleri, tavırları o vakitler yazdığım Radikal'de kaleme almıştım. sonradan onları geliştirip Cam Odada Oturmak isimli kitabıma 'dercettim'. Nelerle karşılaşmıştım o defa nelerle... "Aranjman deniz" diyenler mi, "Ankara müşterisi misiniz?" diye soranlar mı, "yol yalısı" diye evini satmaya çalışanlar mı, iki cılız, titrek, sıska kavak gösterip "İstanbul yeşile hasret efendim, bu yeşil bir nimet, ev yeşile bakıyor" diye sabuklayanlar mı?
EMLAKÇIYA YÜZDE 3 KOMİSYON
İtiraf edeyim ki, bu defa, şimdiye kadar süren macerada bu derecede manasızlıklar görmedim. Gene de türlü türlü acayipliklere muhatap oldum. Şimdi neler yaşadığımı anlatıp burada bir defa daha asabımı bozmak istemiyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim: neredeyse kelimenin her ve en gerçek anlamlarında ayağı yalın çocuklar, ortaokuldan terk insanlar size ev gösteriyor. Bu akıl almaz bir şey. Ne usul biliyorlar ne erkan.
Sadece bir tek kişi gördük şimdiye kadar yaşını başını almış, belli bir seviyede. Gerisi bir felaket. İster kızılsın ister sövülsün her şey benim yazdığım ve belirttiğim gibidir.
Anlattığına göre ki öyledir, ilanı dostum gazeteden kendisi buluyor. Arıyor. Burnundan kıl aldırmayan seslerle, binbir naz ü istiğna ile konuşan insanlar çıkıyor karşına. "Görelim" diyor. İlk soru, "Emlakçı mısınız?" oluyor. Değilim canım kardeşim, değilim, bak ben şuyum, şu işi yaparım diyor.
Soğuk bir ses: "Peki gösterelim..."
Bitmedi. Asıl mesele buluşmada. Hala güvenmiyor ya kim olduğunuza, uyduruk, tarife dayalı bir adres: şurada, şu bankanın önünde. Gidiyorsunuz, işte öyle bir insan.
Kendisini arabanıza almanızı veya taksi tutmanızı bekliyor.
Diyelim gördünüz, beğendiniz ve bir bedel ödeyeceksiniz. Önünüze bir kağıt, efendim yüzde 3 komisyon. Evet, yüzde 3! Yani bir defa yer gösteren kişiye 1 milyon dolarlık yer alan kişi, 30 bin dolar verecek.
Allah aşkına, bunun akılla, izanla, mantıkla alakası var mıdır? Bir defa yer gösterecek ve 30 bin dolar tahsil edecek. Ah, öğrenemedim, bilemedim, hayatın bu kadar kolay olduğunu, olabileceğini...
Gelelim fiyatlara. Efendim, İstanbul'da teşekkül etmiş bir takım rakamlar var. Nereye gitseniz, hangi eve girseniz onu buyuruyorlar.
Yahu bu ev daha fazla eder, hayır o rakam; beyefendi bu kadar eder mi, gene o rakam. Ne bir rasyonalite, ne şu, ne bu. Ben diyor ahbabım yana yakıla bu ilanı şu kadar zamandır görüyorum, o zaman dolar bu kadar liraydı, şimdi şu fiyata geldi, hâlâ mı aynı fiyat, yüzünüze bile bakmıyor, alırsanız... demek istiyor.
NEW YORK, LONDRA, İSTANBUL...
Öte yandan 1 milyon dolardan başlayan evler. Merak ettik, birkaç tanesini gördük.
O rakamlara, o evler!... Dünyanın her yerinde şapka uçuracak, dudak uçuklatacak bir rakamdır 1 milyon dolar. Bizde 'yüksel ki yerin bu yer değildir/dünyaya gelmek hüner değildir' nişanı mahsusunca apartman dairesi fiyatları 4-5 milyon doları buluyor ve daha yukarılara çıkıyor. Düşününüz, ben her gün onların önünden geçiyorum, yani Kaf Dağı'nın ardındaki, peri padişahının kızının sarayı değil, sıradan, yol üstü evler...
Nedir bunlar böyle derseniz, izahı zor şeyler derim. İstanbul böyle bir kent derim.
Ve bunun nedenleri var.
Birincisi nüfusunu kontrol edemeyen bir şehir İstanbul. Göç akıyor bu kente. Son 15 yılda 7-8 milyon insan geldi, yerleşti. Elbette, Bebek, Teşvikiye ve Emirgan'a oturmadılar.
Ama şehir plancılarının çok iyi bildiği 'kelebek etkisi'yle her şeyi zincirlemesine yeniden düzenlediler. Derken toplu konut meselesi başladı. Çok ucuz fiyata satılan evler ana merkezde olmasa bile merkezle irtibatlı bölgelere insan taşıdı ve yığdı.
Öte yandan küresel likidite denen evrensel para hacmi büyüdü. İstanbul'a sermaye girdi. Bugün bir yerden bakın neredeyse Manhattan'da ufku oluşturan binalar çizgisinin aynısı İstanbul'da görülüyor, görünüyor.
Para demek bu, büyük para. O para dönüyor, dolaşıyor gayrı nmenkule iniyor.
O arada İstanbul bir global merkez oluyor.
Onlarca neden var. Son on yılda İstanbul sürekli olarak New York, Londra, Şangay'la birlikte anılıyor. Boğaz yabancıların ilgi odağı. Yabancılara konut satışına dair yeni mevzuat düzenlemeleri yapıldı.
YAĞMA HEVESİ SÖZ KONUSU
Bütün bunlardan sonra İstanbul'da gayrı menkul rantı bu mertebelere çıkmayacak da ne olacak? Ve bu rant gerçekten parmak ısırtan bir mertebede. Hiçbir getiri son on yılda İstanbul'daki gayrı menkulün değer artışıyla mukayese edilemez. İnsanlar ellerindeki evleri, daireleri, hele gözde bir semtteyse, çıkarıp, o korkunç rakamlarla kendilerine hayatlarının kalan kısmında bir geçim, güvence parası edinmeye bakıyor.
Ama bu binaların depreme dayanıklılığı, güncel şartlara uyumu nedir derseniz, hak getire. Bizler binalarımıza bakan insanlar değiliz. Velhasılı kelam, İstanbul, yapılarla ve ürettikleri akıl almaz rantlarla yaşıyor.
Yetmedi: herkes kentsel gelişim projelerini bekliyor. Hiç o işle ilgisi olmayan çevreler, muhitler, semtler bile, nasılsa bir gün olacak diye belki 20 sene sonra gerçekleşecek yenileşmenin getireceği rantı da üstüne ekleyip dairesine fiyat biçiyor. Ya kat sayısı artarsa, ya fiyatlar yükselirse diye olmayan hesapları işin içine katılıyor. Kısacası bir yağmadır, yağma hevesidir dönüyor ortada.
Şunu da belirteyim: başka bir gözle bakınca insan çevresine, görüyor, bütün İstanbul eski, yıkık, yıpranmış, kelimenin her manasında dökülen binalarla yüklü. O Gümüşsuyu, o Cihangir, o Teşvikiye, o Nişantaşı bile, haydi zaten perişan Balat'ı, Cibali'yi, Fatih'i geçtim, perişan ki perişan. En son 50-60 sene önce imar görmüş İstanbul.
Bugün artık kendi kendisini taşıyamaz halde.
Besbelli ki, bu İstanbul yıkılıp yeniden yapılacak. Bu bir.
İkincisi, şu mutenalaştırma dediğimiz hadise. Benim çocukluğumda sinema reklamlarında vs 'İstanbul'un mutena semti...' denirdi. Bu kavram kayboldu. Yıllar sonra karşımıza 'soylulaştırma' olarak çıktı. Eh, kendi dilini bilmeyip her şeyi sözlükten bakarak bulduğu karşılıkla idare etmeye çalışan 'çevirmen' Türk aydını, elin 'gentrification' sözcüğünü de öyle çevirdi.
Ama şöyle ama böyle, gerçek ortada. İstanbul, ister teknik nedenlerle isterse başka nedenlerle olsun yeniden yapılacak. Boydan boya inşa edilecek. Hal böyle olunca da kiralar, ev fiyatları muhayyel değerler olarak tespit ediliyor.
Hepsine eyvallah. Ama şu emlakçılık nedir? Tıpkı İstanbul'da şoförlük nedir, garsonluk nedir, ev hizmetlisi nedir diye sorduğum gibi bunu da soruyorum. Bir ev gösterme karşılığında dünyanın parasını alacak insanların şehrinde ev fiyatıymış, şuymuş buymuş diye yakınacak halimiz pek yok gibi geliyor bana.
Hayatımda bir tek mülkiyet duygumun oluşmamasıyla övünürüm. Meğer ne haklıymışım...