Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

Korona’yla medikal savaşın sırları

Gezegenimiz; yayılmacı, istilacı yönüyle küresel olan; ama politik sonuçları itibarıyla 'anti-küresel' bir sürecin kilometre taşlarını da döşeyen Koronavirüs pandemisiyle medikal bir savaşta.

Bu savaşta tıptan biyolojiye, politikadan istihbarata her bilim dalı ve kuvvetin kullanılması gerektiği gerçeği, salgının başladığı günden bu tarafa dört ay gibi kısa bir sürede anlaşıldı. Zira nüfusu, son yüzyılda antibiyotikler ve aşıların da yardımıyla olağanüstü bir sıçrama yapan insanoğlu, yüz yıl önce (1918-1920) dünyamızı kasıp kavurmuş İspanyol Gribi'nden bu yana en büyük tehditle karşı karşıya.

Mezkûr tehdidin -üç boyutlu görüntüsünden anladığımız kadarıyla bu çirkin mikroorganizmanın- paradoksal ve de trajik biçimde aşılara karşı mutasyon geçirip son yüzyılda acayip çoğalan insan nesline 'Artık daha fazla sınırları zorlama' mesajını verdiğini düşünen bilim insanları da var. (Eski Pandemi Bilim Kurulu Üyesi Viroloji Profesörü Mehmet Ceyhan Hoca, bu tür bir fikri 'Virüsleri de Allah yarattı' mealindeki bir cümleyle ifade ettiği için haksız bir lince uğradı. Yeni nesil virüslerin pandemilerinde böyle bilim adamlarına ihtiyaç olacak, o yüzden yıpratmayalım.) Ne var ki bu düşünce, bizim bu çirkin düşmanla medikal ve biyolojik açıdan yürüttüğümüz savaşı da engellemeyecek.

Koronavirüs küresel bir düşman, ama her ülke gibi bizim için de bir ulusal güvenlik sorunu. ABD gibi ülkeler 'medikal istihbarat' olarak adlandırdıkları alanlarda da çalışma yaptıkları için (Bu isimde bir yapılanma Savunma Bakanlığı'na bağlı olarak hali hazırda mevcut) mücadeleye teorik olarak hazırlanmış olsalar da sahada çok iyi sınav veremiyorlar. Biz, ülke olarak ABD ve AB'den daha etkili, hızlı önlemlerle bu alanda başarı yüzdemizi yüksek tutmayı hedefliyoruz.

Geçtiğimiz Perşembe TGRT Haber'deki programım Kozmik Masa'da bu savaşı ön safta yürüten iki hocamızla çok yararlı bir yayın yaptık. Bu yayından ve diğer araştırmalarımdan yararlanarak bu haftaki Üç Boyutlu Portre'de 'Korona'yla medikal savaşın sırları'nı bir nebze de olsa gözler önüne sermeye çalışacağım. Hocalarımızdan biri Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Moleküler Biyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Nesrin Özören, diğeri ise Yeditepe Üniversitesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çağrı Büke idi.

Çağrı Hoca, hali hazırda Korona vakalarını da tedavi eden, dolayısıyla savaşın ön cephesinde çarpışan bir hekim ve bilim insanı. Nesrin Hoca ise bu amansız düşmana karşı aşı ve ayrıca test aletleri geliştirme konusunda AR-GE çalışmaları yürüten bir ekibin başındaki bilim insanı olarak savaşın yine ön safında mücadele veriyor.

MOLEKÜLER BİYOLOJİNİN BAĞIŞIKLIK OPERASYONLARI

Bu savaşta ülke olarak neler yapmakta olduğumuzu özetleyen bilgileri, Nesrin Özören ve ekibinin yürüttüğü çalışmalardan başlayarak sıralayalım:

Özören, Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Anabilim Dalı'nı 2005'te ABD'den döndükten sonra kurmuş. O dönemlerden beri yapılan moleküler biyoloji çalışmalarıyla yerli aşı teknolojisinde hatırı sayılır ölçüde mesafe alınmış. Öyle ki, dünyada ilk kez Türk bilim insanları tarafından geliştirilen ve ASC proteini mikrokürecikleri vasıtasıyla oda sıcaklığında 30 gün dayanabilen aşı taşıyıcı teknolojisi 2014'te Türkiye'de, daha sonra da Japonya, ABD ve ayrıca Avrupa ülkelerinde patentler almış. Bu bağlamda ülkemizdeki ilk ve tek triadik patent (ABD, Avrupa ve Japonya'da verilen patentler) Nesrin Hoca öncülüğündeki ekibe ait.

Bu yöntemde bir mikrokürecik vasıtasıyla verilen antijenler epitopun yapısını mikrokürecik içinde sağlıklı tutuyor. Epitop, antijenlerin yani vücuda girdiğinde bağışıklık sistemi tarafından antikor üretimine yol açan moleküllerin belirleyicisi ve bu yüzden immun sistem açısından son derece önemli. Özören ve ekibinin 'epitop immun similasyonu' ile yaptığı bu deneme bağışıklık sistemini son derece olumlu etkiliyor.

Korona krizinden sonra Sağlık Bakanlığı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ve TÜBİTAK Başkanlığı yeni bir aşı çalışması için pek çok hocayı bir araya getirdi. Bunlar arasında Prof. Dr. Nesrin Özören de var. Özören, Korona aşısı çalışmalarını şu ana kadar yerli imkânlarla ulaşılmış aşı teknolojilerinin (Bunun içinde 2016-2019 yılları arasında TÜBİTAK 1003 projesi çerçevesinde Kuş Gribi'ne-H5N1- karşı yürütülen bir proje de var) üzerine inşa edeceklerini söylüyor. Kuş Gribi'ne karşı aşı geliştirme aşamasında kullanılan 'rekombinant protein işletim sistemleri' adı verilen yöntem 'müstakbel Koronavirüs aşısı'nda da kullanılacak. Bu yöntemde Korona'ya adını veren virüsteki o taç görünümlü protein yapısı, yapay olarak üretilebiliyor ve bu protein de aşıya hammadde olabilecek özelliklere haiz.

Bunlar fazla teknik konular gibi gelebilir ama düşmanı yenmek için önce onu tanımak zorundasınız. Yani Korona'nın RNA'sını çözmek şart. Malum insan hücresinde DNA (çift sarmal), virüste ise RNA (tek sarmal) kodlar var.

Aşının laboratuvarda üretiminden sonra seri üretime geçmeden önce hayvan deneyleri gerekecek. Aşının önceden hayvanlar üzerinde denenmesi, efektif doz aralığı oluyor mu, aşırı toksik (vücuda zararlı) bir hal alıyor mu, ölüme sebebiyet veriyor mu gibi hayati soruların cevabını bulmak için elzem.

Normalde 1980'lerden önceki aşı teknolojisinde canlı mikrop veya canlı virüsün

ısı ve kimyasallar vasıtasıyla yarı öldürülmüş preparatlarının aşı olarak kullanıldığı vaki imiş. Bu teknoloji kısmen günümüzde de kullanılmakla birlikte artık daha ziyade virüslerin RNA dizisinde kodlanmış bulunan ve bağışıklık sistemini tetikleyip güçlendiren Epitop adlı yapıların üretimiyle, yani antikor üretiminin tetiklenmesiyle aşı yapılması söz konusu.

Bu tür aşılara 're-kombinant aşılar' deniliyor. Bu sınıfa giren aşının Korona'ya karşı da bir yıllık bir süre zarfında büyük ihtimalle üretileceği müjdesini veriyor Nesrin Hoca. Salgını o zamana kadar kuvvetle muhtemel baskılayacağız, ama bu familyadaki virüslerin mutasyon geçirip sonra tekrar bize saldırması ihtimaline karşı aşı üretmek zorunlu.

Ve Korona'ya karşı aşı ile test çalışmalarında tıpkı savunma sanayiindeki yerlileşme ve millileşmede bilhassa İHA ve SİHA modellerinde gördüğümüz başarıyı yakalamamız işten bile değil. Ama virüslerle biyolojik savaşı ve medikal istihbaratı bir milli güvenlik meselesi olarak algılamamız kaydıyla... Korona daha şimdiden buna vesile olmuş görünüyor.

Nesrin Özören, Türkiye'nin haftada 100 bin (yanlış duymadınız, çok iyi sayı) Korona testi yapabilecek kapasitede aletlerin akademik birimlerde ve hastanelerde mevcut olduğunu ve yerli kitlerin yeterli sayıda üretilip kullanılmaya başlandığını da söylüyor.

Bunlardan en önemlisi Q RT-PCR-gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu- teknolojisi. Çevirisi bu, doktor reçetesi gibi, farkındayım.

Nesrin Hoca bunun, boğazdan usulüne uygun biçimde örnek alındığı takdirde kesin sonuç veren bir test yöntemi olduğunu söylüyor ve "Şu anda kullanımda" diyor.

Ayrıca Korona'ya karşı hastaların geliştirdiği antikorlarının iki sınıfını (IgG, IgM) tanımlayan testler de Türkiye'de yaygınlaşarak kullanılıyor. Testlerin sayısının artması önemli, çünkü ne kadar test varsa o kadar yeni tanı bulmak ve tedbir almak mümkün olacak.

HER ÖKSÜRÜKTE KORONA PARANOYASI YERSİZ

Korona ile savaşın en ön cephedeki 'subaylarından' Çağrı Büke ise Ocak ayına oranla avantajlı bir konumda olduğumuzu, zira Korona'nın Influenza virüslerinden farklı biçimde gösterdiği semptomları klinik olarak artık daha net görebildiğimizi söylüyor.

Korona, zatürre tipi seyreden bir solunum hastalığı, Domuz Gribi gibi hastalıklar ise bir üst solunum yolu hastalığı. Kuru öksürük, 38,3 ateş ve solunum güçlüğü semptomları Korona belirtisi, ama burada teşhise giden yolda en önemli farklı semptom solunum güçlüğü. Bu, şu açıdan önemli: Herhangi bir şekilde solunum güçlüğü olmayan bir öksürük ve yüksek ateşin Korona belirtisi olma ihtimali yüksek elbette. Bu belirtiler aksi ispat edilene kadar -en azından şu dönemde- Korona olarak algılanıyor ve buna göre işlem yapılıyor. Ama öte yandan her kuru öksürük ve ateş semptomu olan kişinin 'Korona Paranoyası'na ya da son dönemin moda deyimiyle 'Koronaya'ya kapılmasına da gerek yok.

Korona pandemisinin küresel seyrine bakıldığında Ocak ayında Çin'deki vakaların dünyadaki toplam vakaların yüzde 75'ine tekabül ettiği görülüyor. Geri kalan yüzde 25 ise diğer dünya ülkelerindeki vakaların oranıydı. Şimdi bu grafik tersine döndü. Yani Çin yüzde 25'te, dünyanın diğer ülkeleri ise yüzde 75'te.

İtalya, İspanya, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde yüksek oranlı artışlar söz konusu. Hatta ABD, vaka sayısının en çok görüldüğü ülke olarak pandeminin yeni merkezi haline geldi. Boşuna değil, ABD'nin kendi içindeki salgın merkezine dönüşen New York City'de askerin sahaya inmesi. Bizim ülkemizde darbe dönemlerinde sık gördüğümüz fotoğraflar geldi NY'den. Onların Hollywood filmlerinde bile pek örneğine rastlanmamış türden fotoğraflardı bunlar.

Salgının baskılanmasında Çin, Güney Kore ve hatta Japonya modelinin başarılı olduğu yönünde görüşler var. Çağrı Büke de bu kanıda. Buradan şu çıkarımı yapmak mümkün: Korona'yla mücadelede Uzak Doğu modeli; Yakın Batı (AB) ve Uzak Batı' (ABD) modeline göre daha işlevsel. Uzak, yakın kavramlarını kullanıyoruz ama pejoratif (küçümseyici manada) değil… Onlar (Britanyalılar) yaklaşık bir buçuk asır önce bizden ötesine 'Orta Doğu' derken böylesi bir amaç gütmüş olsalar bile…

Çağrı Büke'nin, salgının yayılış grafiğiyle ilgili şöyle bir yorumu da var: "Salgında bir kişinin en az iki, hatta beş kişiye bulaştırdığı trend, salgının yüksek trendidir. Bundan daha az kişiye bulaştırma vakaları görüldükçe grafik eğrisinin -eğer doğru bilgiler geliyorsa tabii- şimdilerde misal Çin'de olduğu gibi düşüşe geçtiğine şahit olacağız." Hoca'nın anlatımından anlamamız gereken şu: Türkiye'de şu an tırmanma aşamasında olan eğrinin zamanla yavaşlayıp, sonra yatay düzleme geçeceğini ve ardından da bir yorgun mermi misali inişe başlayacağını göreceğiz. İnşallah bu, yakın bir zamanda olur.

GÖRÜNMEZ, ÇİRKİN DÜŞMAN

Çağrı Büke, Korona'nın bizdeki seyrini daha net anlamamız için iki hafta ila bir ay arasındaki grafiği gözlemlememiz gerektiğini de söylüyor. Bu kritik süreçte

hep gündeme gelen tespit edilmemiş vakalar ya da benim naçizane çalıştığım alandaki bir kavramı kullanarak 'Kripto Koronalılar' dediğim kişileri bulmanın tek yolu test sayısını artırmak. Elbette bunun için semptomları gösteren kişilerin

-Trabzon'da ölen bir vatandaşımızda örneğini gördüğümüz üzere- cürüm ehliymiş gibi çekinip sağlık kuruluşlarına gitmezlik etmemesi de elzem.

Tıpkı dünyada olduğu gibi ülkemizde de tehlike, ciddiye alınacak boyutta elbette. Bununla birlikte İngiliz ve Alman medya kuruluşlarının Türkiye ile ilgili en kötümser senaryoları haberleştirmeleri psikolojik harekât faaliyetlerinin uzantısı. Hiç olmazsa küresel bir tehdit ânında istihbarat savaşlarını bir kenara bırakın da diyemiyorsunuz. İstihbarat savaşları pandemi zamanında da yürürlükte maalesef.

Malum, biz değil ama hasımlarımız böyle durumlarda bile akıllanmıyor. Onlara şunu söylemek yeterli: Biz de ülke olarak çeşitli senaryolara hazırlık yapıyoruz ama siz önce kendi durumunuza bakın. Sizi bekleyen tehlike daha büyük.

Biz Türkiye olarak terörle mücadelede uzun yıllara dayanan acılarla -bu yazının diliyle söylersek- bağışıklık kazanmış bir ülkeyiz. Tabii bu bağışıklığı medikal savaş sürecinde de kazanmamız gerekiyor.

EN VAHİM SENARYO NE?

Çağrı Büke, Korona'da dünya nüfusunun yüzde 30'nun, hatta yüzde 50'sinin enfekte olabileceği gibi ürkütücü senaryoların bile bir ihtimal olduğunu söylüyor. Ama "Hastalıktan ölen kişi oranı yüzde 4'te olduğu için endişe ve dolayısıyla paniğe mahal yok" da diyor. Şayet gezegenimiz, bu korkutucu oranlarda vakalarla karşılaşırsa Korona aşısının -keşfinden sonra da- yeni bir riskle karşı karşıya kalabilir: Aşı yetmezliği…

Çünkü özellikle pandemi dönemlerinde herkes kendi ihtiyacını düşündüğü için aşı ithalatı zorlaşıyor. Bunu SARS'ta yaşadık. Ayrıca Korona salgını azalsa hatta sonlansa bile bu aşılara ihtiyaç olacak. Çünkü virüsler mutasyon geçirince aynı familyadan yeni bir virüs insanlık için tehdit olabiliyor. Bunu da yine SARS'tan sonra MERS, ardından da Korona'yı deneyimleyerek yaşadık. Bu arada virüsün mutasyonu derken ille de onun iyiden iyiye habis bir karaktere bürünmesi, mutantlaşması, canavarlaşması kast edilmiyor. Virüs, insan hücresinde DNA ile etkileşime girdikten sonra gücünü azaltacak mutasyonlar da geçirebiliyor. Bütün bunlar moleküler biyolojinin sırları.

Bu sırlara vakıf olmadan savaşı kazanmamız zor. Savaşı, bu yazıda yerimiz ölçüsünde (12 bin vuruşu aştık artık, teknik olduğu için açıkçası kolay da olmadı) değindiğimiz her alanda yürütmemiz de elzem. Elbette paniğe kapılmadan… Zira panikle savaşanın savaşı kaybetmesi mukadderdir. Ve biz, yeni nesil virüslerin yol açtığı pandemilerle medikal savaşın daha giriş evrelerindeyiz. Bu virüslerin bize dayattığı mesajı, yani "Nüfus artışını durdur, nüfusunu azalt" mesajını Korona'ya milyar veya milyonlarca kurban vererek kabullenmeyeceğimiz de izahtan vareste. Ancak bundan sonra virüsün çıktığı Çin'den başlayarak 'Küre'mize yeni bir nüfus planlaması konseptinin elzem olduğu da muhakkak. Bunu da pandemiyle savaşın giriş değil, çıkış evrelerinde konuşacağız.

Ama önce… Önce görünmez düşmanın, çirkin mikroorganizmanın kodlarını, yani sırlarını çözmeliyiz. Korona'yla medikal savaştan muzaffer çıkmak için başka çare yok.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA