"Bu teşkilatın (Gülen Örgütü) niçin yapıldığı ve uzun vadede bir nirengi noktasının olup olmadığı biraz sorunsalı olan bir mesele.
…
İktidar için olabilir. Ama neyin iktidarı için? Bu yolun kendine mahsus sonuçları ve düşündüğü bir strateji olabilir. Biz bunları bilmiyoruz. Sistemin nasıl çalıştığını parça parça görüyoruz.
…
Bu organizasyonun hakiki içini bilmiyoruz. İktidarı ele geçirmenin komplosu olabilir. Ama bundan çok daha geniş Panislamist bir şey olabilir."
Yukarıdaki cümleler, geçtiğimiz çarşamba (6 Eylül) günü vefat eden ünlü sosyolog, siyaset bilimci Şerif Mardin'e ait. Gülen Örgütü ile mücadele açısından erken sayılacak bir tarihte, 11 Ekim 2011'de verdiği bir röportajdan... Üstelik FETÖ'nün o dönemdeki kripto yayın organı olan Taraf Gazetesi'nde yayınlanmış bir röportaj bu.
Alıntıdaki son cümleyi bir düzeltmeyle şöyle yorumlayabiliriz: Gülen Örgütü, İslam maskesiyle ortaya çıkmış bütünleştirici bir küresel proje. Çünkü Mardin'in yine aynı röportajda söylediği aşağıdaki cümle bu yorumu tamamlıyor:
"Bunların (AK Parti ile Gülen Örgütü) çapı farklı. Biri (AK Parti) Türkiye'nin bütününü kapsıyor. Diğerinin ise (Gülen Örgütü'nün) nasyonaldan çok enternasyonal bir kapsayıcılığı var."
Temkinli biçimde eleştiriyor FETÖ'yü. Belki bilim adamı olarak neden daha cesur davranmadığı sorgulanabilir Mardin'in. Ama yine de henüz sistem tarafından tehdit/örgüt kabul edilmeyen bir gizli yapıyla ilgili söylenmesi gereken pek çok şeyi ihtiyatlıca söylemiş. Devam edelim: Mardin, "Gülen'in devlet anlayışı nedir?" sorusuna şu yanıtı veriyor:
"Bir toplum disiplininin olması kendisinin çok istediği bir şeydir zannediyorum. Toplumda disiplin olması gerektiği şeklindeki düşünceler de, otoriterlik gibi bizim pek sevmediğimiz ideolojilere yakın şekiller alıyor tabii."
Otoriter diyor açıkça. Bununla birlikte Gülen Örgütü'nün vatansızlığını, gayri milliliğini ve 'gayri İslamcılığı'nı ıskalayan şöyle yanlış tezleri de var:
"İslami damarın kuvvetli olduğu bir yerde milliyetçi damarın kuvvetli olmaması mümkün değildir. (Gülen'de) Milliyetçi damar var."
'MERKEZ'DEN ÇEVREYİ GÖRDÜ
Bu haftaki Üç Boyutlu Portre'nin konuğu Şerif Mardin, yalnızca Gülen Örgütü gibi False Flag (Sahte Bayrak) operasyonu niteliğindeki ezoterik yapıları değil, 'Türkiye İslamcılığı'nı ayrıntılı biçimde incelemiş tek sosyolog, tek 'Beyaz Türk'. Mardin'in aile kökleri ve eğitimi araştırıldığında karşımıza ister istemez bir 'Beyaz Türk' portresi çıkıyor:
Dedesi Ahmet Cevdet Paşa (Annesi Reya Hanım'ın babası) hayatının bir kısmını İsviçre'de geçirmiş bir hukukçu ve tarihçi. Dedesi ile ilgili anlattığı bir anı Şerif Mardin'in çocukluğundan itibaren sosyolojiye yöneldiğini de gösteriyor:
"Dedem, 'Bu gazete bir Türk gazetesidir' diye ilk gazeteyi çıkaran kişi. Onun Türklüğü'nün İslamiyet'le ne kadar bağlı olduğunu anlatan bir fıkra anlatayım size. 'Kendi memleketini bilmeyen insanlardan oluşan bir aile mi olacağız' diyerek, beni aldı elimden İstanbul'da İstiklal Caddesi'nin ortasındaki Ağa Camii'ne götürdü. Kendisi dışarıda kaldı. 'Git' dedi, 'Bu insanlar ne yapıyorlarsa sen de onu yap.' Önce abdest, sonra namaz, onlar ne yapıyorlarsa ben de onu yaptım. Ağa Camii'nden sonra beni Balık Pazarı'na götürdü. Balık Pazarı'nda mumbar yedirdi. Şimdi Türklük, İslam... Mumbar, cami... Bizim birbirine bağlamakta çok zorluk çektiğimiz İslam ve milliyetçiliği, bu fıkra bile iki küçük hareketle birbirine bağlıyor işte."
BAŞARISIZ SİYASET DENEMELERİ
Şerif Mardin'in babası Şemsettin Mardin bir diplomattı. 'Halkla ilişkiler kraliçesi' Betül Mardin ile müzisyen Arif Mardin ise Şerif Mardin'in kuzenleri. Şerif Mardin 1927 yılında İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nde başladığı öğrenimini ABD'de tamamladı. Stanford Üniversitesi Siyasal Bilimler Bölümü mezun olduktan sonra lisansüstü eğitimini Johns Hopkins Üniversitesi'nde yaptı. Doktorasını Stanford Üniversitesi'nde verdi. Burada verdiği doktora tezinin genişletilmiş halini 1962 yılında Princeton University Press'ten 'The Genesis of The Young Ottoman Thought' adıyla bastırdı. Bu konu üzerindeki çalışmalarını 1964 yılında 'Jön Türklerin Siyasi Fikirleri: 1895-1908' adıyla kitaplaştırdı.
Akademisyenliğe Ankara Üniversitesi'nde ders vererek başladı. 1961-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde dersler verdi. 1967-1970 arasında Türkiye Sosyal Bilimler Derneği kurucu başkanlığı görevini yürüttü. 1973 yılında Boğaziçi Üniversitesi'nde İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'nin kurucu dekanlığını ve Sosyoloji Bölümü Başkanlığı'nı üstlendi. Ardından 13 yıl boyunca Washington'daki American University'de İslam Araştırmaları Merkezi Başkanlığı'nı yürüttü. Stanford Üniversitesi ve Sabancı üniversitelerinde de dersler verdi.
Mardin'in kitapları şunlar: Din ve İdeoloji, İdeoloji, Bediüzzaman Said Nursi Olayı/Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, Siyasal ve Sosyal Bilimler, Türk Modernleşmesi, Türkiye'de Din ve Siyaset, Türkiye'de Toplum ve Siyaset, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, Religion, Society and Modernity in Turkey. (Syracuse University Press.)
Şerif Mardin'in iki talihsiz siyasi hayata giriş denemesi var. Biri, 1957 yılında Hürriyet Partisi'nde genel sekreterlik görevini üstlenmesi. Diğeri ise 1994'te Cem Boyner'in Yeni Demokrasi Hareketi'nde (YDH) kurucu üye olması. Tahmin edileceği gibi her ikisi de başarısız girişimler.
Şerif Mardin, 1973 yılında yazdığı bir makale ile ortaya attığı 'center-periphery' (merkez-çevre), muhalif çevrelerce derinliğine inilmeden politik vandallıkla kullanılan 'mahalle baskısı' ve Cumhuriyet değerlerinin Osmanlı geleneği karşısında kaybettiğini anlatan "Öğretmen imama yenildi" gibi tezlerin sahibi.
Merkezle kastettiği şey 'Kemalist elit' gibi üstünkörü bir tanımlamayla anlatılacak kadar basit değildi. Zira Mardin'in vurguladığı merkez, Osmanlı'dan beri sistemin odağına yerleşmiş bürokratik yapıyı, köklü müesses nizamı tarif ediyordu. Çevre ise genel olarak tebaayı, bir başka deyişle sistem dışında tutulmuş halkı. Mardin'in sırf şu cümlesi bile 'merkez' dediği şeyi Osmanlı dönemine götürdüğünün delili: "Tanzimat reform hareketinin tamamında pozitivist 'toplum mühendisi' bakış açısını izlemek mümkündür."
Biz biraz daha ötesine geçelim. Mardin, Türkiye'de Toplum ve Siyaset adlı eserinde 'merkez'in Osmanlı'daki varlığını ayrıntılarıyla anlatıyor. Şöyle diyor:
"Toplumun bir merkezi vardır. Ama nasıl ki, bazı toplumların ötekilerden daha sağlam merkezleri varsa, bu merkezler oluşturulurken kullanılan malzeme de toplumlara göre büyük değişiklik gösterir. Osmanlı İmparatorluğu'nun, karmaşık ve incelmiş bir kurumlar şebekesine dayanan uzun ömürlü bir merkezi vardı. Osmanlıların uyguladığı yöntemler ustaca ve çeşitliydi.
Batı'da modern devleti yaratan merkezileşme süreci, dayandığı feodal temellerden ötürü, çevre güçleri diyebileceğimiz şeylerle uzlaşmalar yapılması sonucunu veren bir dizi karşı karşıya gelmeyi kapsamıştı. Bu güçler feodal soylular, kentler, kasabalar ve daha sonra endüstri emeğiydi.
İmparatorluk genişledikçe Osmanlılar, karşılaştıkları yeni toplumsal kurumlarla, yerel törelere yasallık tanıyarak ve etnik, dinsel ve bölgesel özelliklere yönelik ve merkezsel olmayan bir uzlaşma sistemini pekiştirerek hasettiler. Gevşek bağların işe yaradığını gördüklerinde, daha kapsamlı bir bütünleştirmeye girişmediler. Toplumsal parçalanmışlıkla birlikte Osmanlı toplumunun bu yanı, Osmanlı düzeni temel sorunlarından birini ortaya koyar. Bu sorun, Sultan ve resmî görevlileri ile Osmanlı Anadolusu'nun iyice bölük pörçük yapısı arasında ortaya çıkan karşı karşıya gelmedir."
Merkez-çevre tezi, bu çerçevede ele alındığı zaman anlam kazanıyor. Yine aynı kitapta yer alan şu tez önemli:
"Osmanlı intelijansiyası büyük halk kitlelerinden kopuk olarak iş gördüğü oranda onu, beraberinde demokratik bir idareye doğru sürüklemenin yükünden kurtulmuştu. Ancak iletişim tekniklerinin verdiği yeni güç, yeni aydınların geride bıraktıkları halk kümesi tarafından, buğulu gözlükler ardında da olsa, yavaş yavaş anlaşılmaya başladıkça onlar bu defa kendi taraftarlarını 'mobilize' etmeye uğraştılar. Tarikat çalışmalarının 19. yüzyılın dördüncü çeyreğinde, İstanbul'da ve taşralarda yeraltında inmesi bunu gösterir. Bu hareketleri halk kitlelerinin eskiden beri mevcut liderliğini elden çıkarmamaya kararlı gelenekçilerin bilmedikleri ve anlayamadıkları, fakat gücünü gördükleri yeni bir sisteme sızmaya çalışmaları olarak değerlendirebiliriz. Bunu, biraz basitleştirerek Şeriat-Özel hukuk-halk uleması kesitinin, devlet-bürokrasi-merkez kümesiyle olan çatışmasının nitelik bakımından farklı yeni bir aşaması olarak değerlendirebiliriz. II. Abdülhamid'in dehası bu çatışmayı sezinleyerek kendisini 'halkçı' kümenin lideri olarak 'satabilmesi'ydi."
Devamında yazdıkları da önemli:
"İkinci bir anayasacılık hareketi, Jön Türkler'in girişimi, geniş halk kitleleri, Şeriat kümesini -belki de haklı olarak- karşıt görmeleri sonucunda bir müddet sonra otokratik idareleriyle sonuçlandı. Ancak, bu da İttihat ve Terakki'nin bu kopukluğun farkında olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Bazıları 'sivil kurumların' Türkiye'de bulunmadığının ve bunun da kendilerini fikirlerini tatbik imkânı az olan bir sosyolojik yapı ile karşı karşıya bıraktığının farkındaydılar. Bundan dolayı gerek İttihatçılar gerek Kemalistler bu 'ara'yı temsil edecek kurumları (bankalar vs.), sınıfları (ticari ve endüstri burjuvazisi) ve yasaları (Cumhuriyetin medeni kanunu ve ticaret yasaları) temellendirmeye çalıştılar, ilginç olan ve kurumsal sosyolojinin üzerinde durması gereken gelişme 'sivil toplum' kurucu olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni yapıların uzun vadede zamanımızda Kemalistler tarafından değil, fakat dindar Müslümanlar tarafından zapt edilmiş olduklarıdır. Çok geniş bir zaman kesiti boyunca seyretmiş ayrıntılı gelişmeleri, burada çok genel bir ifade ile ve bir çizgi halinde anlatmış bulunuyorum. Bu çizgi tarihsel ve kuramsal araştırma alanı araştırmacıları ilgilendirirse sanırım yeni görüş açılarına yol açabilir."
DERİN DEVLETİN DEĞİL, TOPLUMUN GÖZÜ
Şerif Mardin'in, gazeteci Ruşen Çakır'la bir söyleşisinde dile getirdiği şu cümleler hem merkez-çevre diyalektiğine, hem de topluma ve derin devlet olgusuna bakışı gözden geçirmemizi sağlayacak fikirler içeriyor:
"Bir topluluğu gözle inşa ederseniz, o bir baskıdır. Kimsenin o gözden kaçması mümkün değildir. Türkiye'de bunu her gün görüyoruz. Bizim şikâyetimiz belki derin devletin gözlemesi filandır ama biz de birbirimizi inşa ederken biz de 'göz'le inşa ediyoruz. Bunu her yerde görebilirsiniz."
Buradan yola çıkarak Türkiye'de toplumun, devletten daha 'kontrolcü' olduğu fikrine ulaşmak mümkün. Şerif Mardin, yine 'göz' imgesinden yola çıkarak toplumdaki ayrım noktalarının kökenine de inmeye çalışmıştı:
"Biz Türkiye'yi çok iyi tanımıyoruz. Niçin bilmiyoruz? Çünkü Türkiye'yi stereotiplerle, yani hazır birtakım görüşlerle inceliyoruz. Orada da bir görme problemi var. Benim gördüğümü sen göremezsin, sen görmezsin gibi şeyler."
Şerif Mardin'in edebiyat dünyasında en çok tartışılan tezi ise 'şeytani zekâ' olarak nitelendirilebilecek 'daemon'un yokluğundan ötürü Türk edebiyatının ve sanatının yüzeysel ve fakir kalmaya mahkûm olduğu tezi. Bu teze göre daemon, insanın kahredici ve aynı zamanda yaratıcı yönünün kaynağı. Mardin'e göre daemonun 'kötü' ile bir tutulduğu için perdelendiği toplumlarda sanat yeterince gelişmiyor. Daemon yoksa trajedi, dolayısıyla sanat olmaz demeye getiriyor Mardin. Trajedinin, 'kötü'nün fitilini ateşlediği çatışmalardan doğduğu muhakkak. Ancak Mardin'in bu tartışmalı teziyle ilgili bilgi sahibi olmak isteyen okurları bu konuda yazılmış çalışmalara yönlendirmekle yetinelim. Nurdan Gürbilek'in Vitrinde Yaşamak adlı incelemesi bunun için iyi bir başlangıç olabilir. Mardin'in 'daemon' teziyle ilgili internette de bazı makaleler var.
Doksan yıllık ömrüne pek çok iş sığdıran Şerif
Mardin, 'merkez'in İslamcılığı bir tehdit olarak gördüğü dönemlerde 1970-80'lerde, bu düşünceyi anlamaya çalıştı. Bu konuda 'Kemalist elit'in eleştirilerine muhatap oldu. Bu eleştirilere şöyle cevap verdi:
"Bizim memlekette kimin kimi neyle itham edeceğini bilemezsiniz. Benim düşünceme göre, Türkiye'yi anlamak ve algılamak açısından din çok önemli bir sosyolojik olgu. Ama bunu kavramak istemeyenlere izah etmeniz mümkün değil. Benim yaptığım çalışmayı, 'Dincileri koruyan bir tavır sergiliyor' diye eleştirenler oldu. Hâlbuki Said-i Nursi sosyolojik bir çalışmadır. Akademi dünyasında bile bilimsel bir çalışma böyle algılanıyorsa, şaşırmanın gereği yok."
Şerif Mardin; Mardinizâdelerin 'altın çocuğu' (ailesinin de tek evladı idi) olarak sistemin sosyolojik merkezinden çevreye bakmayı becerebilmiş bir bilim adamıydı. Yargılamayan, anlamaya çalışan bir düşünür olduğu için ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabildi. Başarısının ve iz bırakacak olmasının sırrı, merkezden çevreye bakabilmesinde ve 'kimseye yaranamamış' olmasında gizlidir.
NOT: Geçen haftaki yazıda Hayri Kozakçıoğlu ile Filiz Aker arasında ilişki olduğu yönünde iddialar bulunduğunu yazmıştık. Kozakçıoğlu'nun kızı Meral Kozakçıoğlu Özekici, bu iddianın doğru olmadığını bildirdi. Aker'in ablası Eda Eren, Kozakçıoğlu'nun evinde kiracı olarak kalmış. Olayın aslı bu.