Dizilerin inandırıcılık katsayısını düşüren en büyük etkenlerden biri de, pandeminin oradaki yaşamları hiç etkilememesi. Sanırsınız, Zekeriyaköy'de değil de Mars'ta çekiliyorlar. Okurumuz Mesut Zengin de bu konuya parmak basmış:
"Çok eski bir okurunuz olarak yazıyorum, şu dizilerdeki gerçek hayattan kopan sahneler var ya beni öldürüyor. Mesela mı? Okullar kapalı ama dizilerde açık, pandemi var ama dizilerde yok, hayali bir dünya var, (Bence bu durum, vatandaşları kurallara uymamaya teşvik ediyor) Tamam zaten hepsi hayal ama yine de farkındalık yaratmak gerekmez mi? Ne olur yani bir dizi de gerçekçi olsa, pandeminin olumsuzluklarını dile getirse? Dünyanın her yerinde okullar kapalı ama dizilerde açık. Yani illa okulun olduğu sahneler çekmek zorunda mıyız? Salgın yokmuş gibi davranmak zorunda mıyız? Televizyonun eğiticiliğine ne oldu?"
"Dizilerde yaşamak istiyorum"
Köşemizin en eski okurlarından Şerife Nalan Yılmaz da yukarıdakiyle benzer bir hissiyatı dile getirmiş:
"Yüksel bey, bazen keşke diyorum, keşke televizyonların hayal ürünü, büyülü dünyasının içinde olsak... Çünkü hali hazırda yayınlanan dizileri, programları izliyorum ve oradaki hayatların normalmiş gibi görünmesine çok özeniyorum. Özellikle dizilerdeki hayat normal akışında gidiyor, kimsede maske yok. Düğünler, çeşitli davetler yapılıyor, herkes sarılıyor, el ele tutuşup halay çekiyor v.b... Gerçek olmadığını, ekranda gördüğümüz kişilerin de sadece kamera önünde öyle göründüklerini bildiğim halde o hayal dünyasına özeniyorum. Hele çok değil daha birkaç yıl önce yayınlanan dizilerin, sinemaların tekrarlarını izleyince geçmiş günlere dönebilmeyi çok istiyorum. Yaşadığımız bu zorlu pandemi sürecinde ailemi gidip görememek, onlara sarılamamak çok üzüyor beni. Çalıştığımız için eşim de ben de evlerindeki izole hayatlarında yaşayan ailelerimizi riske atmamak için aylardır evlerine gitmiyoruz. Sadece uzun aralıklarla kapıdan uğrayıp maske altında da olsa özlem gidermeye çalışıyoruz.
Yeni normalleşme döneminde eşimle çalıştığımız kırtasiyemize gelen çocukların heyecanını bir görseniz... Okullarını o kadar çok özlemişler ki, deyim yerindeyse sanki koşarak gidiyorlar okullarına. Hele bir küçüğün söylediği 'Ayaklarım tutmuyor, yürümeyi unutmuşum' sözü beni çok etkiledi. Umarım içine girdiğimiz normalleşme sürecinde herkes üstüne düşeni yapar, bizim gibi ailelerine gönül rahatlığıyla gitmeyi bekleyen kişilerin ve okulunu özleyen miniklerin hevesleri kursaklarında kalmasın diye kurallara uyar, eski sağlıklı, normal hayatımıza en kısa zamanda döneriz... Kural basit; maske, mesafe, hijyen... Sağlıklı günler..."
Bizim kadınlarımız böyle miydi?
Okurumuz Melih Aycan'ın tarihi dizilerde çizilen kadın portrelerine itirazı var:
"Selamlar Yüksel ağabey. Kuruluş Osman ve Uyanış Selçuklu dizilerinde birkaç nokta dikkatimi çekti. Hemen hemen tüm kadın karakterlerin burnundan kıl aldırmaması, herkeste bir kibir, bir afra tafra, bir kendini beğenmişlik... Yani bu kadar olur. Nedense hepsi de birbiri ile husumetli, hepsi birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışıyor. Bence buna bir son verilmeli. Atalarımızın kadınları böyle miydi diye sormadan edemiyorum, yakışmıyor. Kadınların bu şekilde topluma lanse edilmesini ben uygun bulmuyorum naçizane fikrim olarak."
YAZAR NOTU: Okurumuzun hassasiyetini anlayışla karşılıyorum ancak tarihi diziler sayesinde eski toplumlarda kadının rolünün, yönetim üzerindeki etkili gücünün de farkına varmıyor muyuz? Gerektiğinde kocalarının yanında kılıç kuşanıp, düşmanla göğüs göğüse mücadele edenler de o kadınlar değil mi?
Ne demiş?
Daimi olarak köşemize katkı sunan değerli okurlarımızdan Murat Aydın bu kez de Teşkilat dizisindeki Başkan'ın cümlesini not etmiş: "Küçükler oyuna gelir, büyükler oyun kurar."
Gaf kürsüsü
Vefalı okurumuz Mesut Eryılmaz EDHO'daki hatayı düzeltiyor: 2 Mart'taki bölümde Kimsesiz Doğan, Hızır'la konuşurken "Sultan Alparslan 1071'de öldürüldü" dedi. Halbuki Sultan Alparslan 1072'de öldürülmüştü.
Zap'tiye
Eskiden emekli olanlar ilk iş olarak bahçelerine sulama kanalı açardı. Şimdi YouTube kanalı açıyorlar.