Helal olsun sana Selim Kaya... Selim Kaya kim mi? Bir jokey... Hem de Gazi Koşusu kazanan bir jokey. Sadece jokey mi? At çiftliği sahibi, at yetiştiricisi ve eğitmeni. Selim Kaya geçenlerde pek çoğumuzun alkış tuttuğu bir açıklamada bulundu. "Yarışlarda atlara kamçı vurulmamalı. Yarışmak ve rekabet etmek zaten atın doğasında var. Niye kamçı kullanılıyor ki?" dedi. Kaya, kamçısız çıktığı yarışlarda pek çok kez birinci ve ikinci olmayı da başardı.
Atv'nin acar muhabiri Altay Altuğ da kalkıp Sakarya'ya giderek bu 'vicdanlı' jokey ile röportaj yaptı. Selim Kaya sadece meslektaşlarının değil, hayvanlara karşı merhamet göstermeyen pek çok kimseye ders olacak sözler söyledi: "Savaşlarda süvariler kamçı kullanmazdı ama atlar ölüme koşardı. Neden? Binicilerine güvendikleri için... Kamçının dopingden bir farkı yok. O da atın normal koşu kapasitesini doğal olmayan bir üst seviyeye çıkarmak için kullanılıyor." Kaya, çiftliğinde yetiştirdiği atları da bir tek şartla jokeylere emanet ediyor. Asla kamçı kullanmamaları koşuluyla...
At yarışı sevmem. Hayvanların bahis amacıyla yarıştırılmalarına da ilke olarak hep karşı dururum. Bunda belki de çocukluğumun geçtiği Bakırköy'de pek çok ailenin at yarışı yüzünden parçalanmasına, insanların intihara sürüklenmesine şahit olmamın da payı vardır. Altlarındaki atı bayıltana kadar kamçılayan jokeyleri de görmüşlüğüm var. Bu nedenle İbrahim Sadri'nin haber dönüşünde "Karar alınsın, bundan sonra jokeyler yarışlara kamçısız çıksın" şeklindeki önerisine gönülden katılıyorum.
Haydi bakalım Türkiye Jokey Kulübü... Girin potaya...
İBB'nin dergisinde skandal
İhbarı yapan Korhan Kolcu adlı okurum oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin düzenli olarak yayınladığı resmi yayın organı İST dergisinin 109'uncu sayfasında Ramazan ayının birlik ve bütünlük ayı oluşundan söz edilirken şöyle bir örnek veriliyor: "Nasıl ki meze sofrasından Çerkez tavuğunu, Ermeni pilakisini, Rum böreğini, Arnavut ciğerini ayıramazsanız, işte biz de böyle bir bütünüz."
Ne diyeyim, bilemedim. Keşke gülüp geçtiğimiz bir Bektaşi fıkrası olsaydı diye geçirdim içimden...
Ömer Seyfettin'in dramı
Çocukluğumda dram denilince aklıma gelen ilk isimdi Ömer Seyfettin. Annemin bana okuduğu o acıklı hikayelere ne çok gözyaşı dökmüşlüğüm vardır bir bilseniz. Sonraları pedagoglar Ömer Seyfettin hikayelerinin çocuklar üzerinde travma yarattığını filan söylediler. Hiç inanmadım. Çünkü bugün içimde o hep şükrettiğim vicdanım varsa, ilk tohumlarını o hikayeler atmıştır.
Ömer Seyfettin yıllar sonra bana yeniden gözyaşı döktürdü. Bu kez sebebi ne Kaşağı ne de Diyet'ti. Kendi hikayesinin acıklı sonuna üzüldüm ünlü yazarın. İnternette dolaşan bir fotoğrafına rastladım. 1920'lerde şeker hastalığının ne olduğu bilinmediği için yıllarca acılar içinde romatizma tedavisi görüp, hayatını kaybetmişti. Üstelik ölümünden sonra kimsesiz olduğuna kanaat getirilip, cesedi tıp öğrencileri tarafından kadavra olarak kullanılmıştı. O anı gösteren fotoğraf basıldıktan sonra sevenleri hastaneye koştu ama artık çok geçti.
Çilesi bununla da bitmedi Ömer Seyfettin'in. Kuşdili'nde defnedildiği yerin üzerinden yol geçeceği için mezarı kazıldı ve ondan kalanlar 1939'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na nakledildi.
Ömer Seyfettin hayatı boyunca her türlü dramı kaleme almıştı. Kendi sonu hariç...
NOT: Burada bahsettiğim dram, insanın öldükten sonra vücudunu bilimin emrine vermesi değil. Ülkenin en ünlü hikayecisinin 'kimsesiz' sayılması.
Gaf'let kürsüsü
Bursa'da maskesiz gezdiği için polisin ceza yazmaya çalıştığı sorumsuz kadın, akıl almaz bir şekilde kendini savundu: "Virüse inanmıyorum. Bana kimse açık havada maske taktıramaz. Gerekirse ölürüm."
Zap'tiye
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, "Mavi, kırmızıya en yakın renktir" dedi. Evet, arada sadece 'ölüm' farkı var!..
Ne demiş?
"Eskiden İmpala otomobillerin kocaman farları vardı. Stüdyoda aniden Orhan Gencebay'ı gören Hakan Altun'un gözleri gibi, öyle düşünün..." (Hakan Ural'ın Neler Oluyor Hayatta programındaki sözleri)