Teşbihte hata olmaz. Medyadaki kimi yazarlar, Elias Canetti'nin kült romanı Körleşme'nin anti-kahramanı Prof. Kien'e benziyor. Okuyanlar bilir, filolog Kien'in tüm dünyası 25 bin kitap içeren evinden ibarettir. Kendisini dış dünyadan soyutlar. Kendisinden başkasını değersiz, cahil ve küçük görür. "Dünyasız bir kafa," gibidir. Prof. Kien, Alman faşizminin ayak seslerinin geldiği dönemde insanoğlunun gerçeklerden ne kadar kopabileceğinin, gerçek karşısında nasıl körleşebileceğinin karşılığıdır. Biz de de bol miktarda Prof. Kien var. Sadece kendi dünyalarını gerçek, kendi hayatlarını kıymetli sanıyorlar. Gerçekler karşısında körler. Daha tehlikesi 'körleştirme' çabası içindeler. Sürekli görüntüyü bozuyorlar. Çatıda antenle oynayan televizyon tamircileri gibiler. Ancak amaçları görüntüyü netleştirmek değil bulanıklaştırmak.
'EVREN YARGILANSIN' TARTIŞMASI
Son günlerin en önemli 'kör noktası', "1980 darbecileri yargılansın" tartışması. Kimilerine göre, 'günde 15-20 kişinin öldürüldüğü koşullarda darbe kaçınılmazdı.' Kenan Evren ise 'hayatımızı borçlu olduğumuz tonton bir kurtarıcı.' İlk bakışta doğru gibi. Benim babam da, sık sık "Oğlum hiç elin kıçında yürüyemeyeceksin," derdi. Her daim tetikte olmayı gerektiren günlerdi. Ancak bu gerçeğin bir yüzü. Bizim Prof. Kien'ler gibi sadece bu bulgularla darbecilere övgü düzmek görüntüyle oynamaktır. Çünkü insan evladı, ister istemez soruyor. O ortamın yaratılmasında devletin parmağı yok muydu? Maraş katliamını, Çorum olaylarını kim tertipledi? Yedi TİP' liyi öldüren Abdullah Çatlı kimlere çalışıyordu? 1 Mayıs 1977 ve 16 Mart katliamlarını kimler tezgahladı? Devet eliyle kurulan komando kamplarını da mı duymadınız? Darbe yapanların bizzat darbe sürecini körükleyenler olduğunu görmemek körleşme değil mi?
HEPİMİZİN HAYATI KIYMETLİ
Ece Temelkuran, Prof. Kien'ler için haklı olarak "Bazıları kendi hayatlarını hayatın tamamı sanıyor," diye yazmıştı. Ancak 18 yaşından küçük olmasına rağmen asılan Erdal Eren'in hayatı da kıymetliydi. 12 Eylül darbesinden sonra idam edilen 50 kişinin, işkence tezgâhından geçirilen 650 bin kişinin hayatları da kıymetliydi. Ya bize katmerli bir Kürt sorunu bırakan Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkenceler. Tüm bu insanların hayatı karşısındaki bu vurdumduymazlık körleşme değil mi? Peki faşizm sadece üç-beş kötü ruhlu generalin eseri mi? Alman faşizmi, Hitler'in değil Alman kapitalizminin eseriydi. 12 Eylül darbesi de sıkışan Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmine entegrasyonu için gerekliydi. Ünlü 24 Ocak kararlarına bir bakın. Darbeden sonra TİSK Başkanı Halit Narin'in "Bugüne kadar biz ağladık, bundan sonra işçiler ağlasın," lafını görmezden gelmek; ABD Başkanı'na söylenen "Bizim çocuklar darbe yaptı", sözlerini unutmak körleşme değil mi? Aynı körleşme, suç işleyen askerlerin sivil yargıda yargılanmasını sağlayan yasadan sonra da devam ediyor. 'Ordumuz yıpratılmasın korosu' kurdular. Oysa burada yapılmak istenen orduyu yıpratmak değil, yıllardır darbelerle, andıçlarla perişan olan toplumun yıpranmasını engellemek. Sizce bir 'sivil' bu haklı talebe karşı niçin körleşir? Buna anlayabilmek için galiba medyanın tarihine bakmak lazım. Hilmi Yavuz "Bab-ı Ali'nin semiyolojisi" diye yazmıştı. Osmanlı'da Bab-ı Ali, 'Yüce Kapı' anlamındadır. İktidar merkezidir. Oraya yerleşen medya her daim iktidarla haşır neşir olmuştur. Bab-ı Ali'nin hem hükümet merkezi hem de basının bulunduğu mekan olarak bilinmesi boşuna değildir. Bu mekansal birliktelik 'ruh ikizliği' yaratmış. Gazeteci kendisini devlet memuru, 'Yüce Kapı'nın kulu olarak görmüş hep. Althusser, bunu "Devletin ideolojik aygıtı," olarak ifade eder. 21. yüzyıla girdik Bab-ı Ali medyası yerini 'İkitelli medyası'na bıraktı ama devlet memurluğu hâlâ devam ediyor. Son söz: Böyle vicdani bir konuyu kahve muhabbeti tadında yazmak körleşme değilse, gözbağcılıktır. Bu da en hafifinden ayıptır.