Çocukluğumun futbol sahaları patates tarlası gibiydi. Bir yağmur yağmasın, ortalık çamur deryası, futbol ise kör ebe olurdu. Bu memlekette kimlik ve aidiyet meselesi de böyle çamurlu bir saha işte. Elimiz ayağımız, üstümüz başımız, her şeyden önemlisi yüreklerimiz çamur içinde kalıyor. Top ne zaman bu minvalde sektirilse, aklıma iki olay gelir hep. İlki, Kürt meselesinin henüz hayatımıza bu kadar yakıcı şekilde girmediği, sağ-sol çatışmasının ısındığı günlere ait. Belediye otobüsündeyim. Ön taraflarda yaşlıca bir adam, biraz sarhoş, "Ben Kürdüm" diye bağırmaya başladı. Bu kimlik nidası, otobüsün arkasında ayakta duran 25 yaşlarında, sarkık bıyıklı zatı muhteremde bir aksi sedaya dönüştü. "Ben de Türk'üm ulan" diye bağırarak adamın üstüne kurt gibi atıldı. Zor engellediler. İkincisi ise mahalledeki 'Aristokrat Hilmi Amca'nın hikâyesi. Kastamonulu Hilmi amca, nereden duydu, öğrendi ise kendisinin aristokrat bir aileden geldiğine inanırdı. "Ben aristokratım" der, dururdu. "Baba, Kastamonu'da aristokrasi mi vardı?" desen de ikna olmazdı. Anlatmak istediğim şu ki, bu kimlik ve aidiyet meselesi, ilk örnekteki gibi 'çamur', ikinci örnekteki gibi komik duruma düşürebiliyor insanı. Bu nedenle midir bilinmez, abartılı kimlik vurguları hep tuhafıma gitmiştir. Bir insanın Türk, Kürt, Fransız olmasıyla niye böbürlendiğini hiç anlamam. Çünkü etnik kimlik irademiz dışında, katkımızın olmadığı bir durumdur. Türkiye'de değil, Papua Yeni Gine'de doğsaydık ne olacaktı. "Bir Papua Yeni Gineli dünyaya bedeldir" gibi bir slogan güldürmez mi sizi? Evet yaşarken birçok kimlik ediniyoruz. Çoğunluğumuz bir dine, bir ya da iki ulusa, etnik ya da dilsel bir gruba, bir aileye, mesleğe, bir kuruma, belli bir sosyal çevreye bağlıyız. Bunların hepsi bize farklı farklı kimlikler veriyor. Hepsi aynı öneme sahip olmasa da, önemsiz de değil. Hayatımızda bir karşılığı var. Ama her tanımlama aynı zamanda bir daraltmadır. Her kimlik bize ortak değerler sunarken aynı zamanda sınırlar çizer. Kendimizi 'şucu bucu' diye tanımladıktan sonra, atacağımız her adımda o 'cemaate' dönüp bakmak zorunda kalırız. Yani her kimlik, aynı zamanda 'açık hapishanedir.' Bir de bunun 'mahpushane' hali vardır: Kimlikleri kutsamak, yüceltmek, abartmak gibi. Böyle olduğu zaman bir Fenerbahçeli hiç tanımadığı bir Galatasaraylıyı öldürebiliyor. Saçma gelmiyor mu size? Oysa bu kimlikler statik değildir, tam tersine dinamiktir. Değişebilir. Hatta ünlü filozof Spinoza'ya göre bir "sanı", bir "uydurma"dır. "Doğa asla kavimler, milletler sınıflar, zümreler yaratmaz, sadece bireyler yaratır," der. Amin Maalouf ise Ölümcül Kimlikler'de bu değişimi şöyle anlatır: "1980'e gelirken (Saraybosna'da yaşayan) bir adam söyle derdi: 'Ben Yugoslavım!'. Daha yakından sorular sorulduğundaysa Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti'nde yasadığını ve Müslüman bir aileden geldiğini belirtirdi. 12 yıl sonra, savaşın en şiddetli günlerinde aynı adam, hiç duraksamadan ve bastırarak şöyle cevap verirdi: 'Ben Müslümanım!' Hatta belki de şeriat kurallarına uygun bir sakal bırakmış bile olurdu. Hemen arkasından Boşnak olduğunu ve bir zamanlar gururla Yugoslav olduğunu vurguladığının kendisine hatırlatılmasından hiç hoşlanmadığını eklerdi. Bugünse adamımızı sokakta çevirsek önce Boşnak, sonra Müslüman oldugunu söyleyecektir ama ülkesinin Avrupa'nın bir parçası olduğunu ve bir gün AB'ye katılmasını umut ettiğini söylemeden geçemeyecektir. Aynı insana 20 yıl sonra aynı yerde rastlasak, acaba kendini nasıl tanımlardı? Aidiyetlerinden hangisini en başa koyardı?..."
KATHARSİS ZAMANI
Maalouf, şöyle devam ediyor. "Fransa'ya yerleştiğimden beri, son derece iyi niyetli olarak, kendimi daha çok 'Fransız' mı, yoksa 'daha çok Lübnanlı' mı hissettiğim ne kadar çok sorulmuştur bana. Cevabım hiç değişmez: 'Her ikisi de!' Herhangi bir denge ya da haktanırlık endişesi yüzünden değil, ama cevabım farklı olsaydı, yalan söylemiş olurdum. Beni bir başkası değil de ben yapan şey, bu şekilde iki ülkenin, iki üç dilin, pek çok kültür geleneğinin sınırında bulunuşumdur. Kendimden bir parçayı kesip atmış olsaydım, daha mı gerçek olurdum?" Maalouf'u Türkiye gibi düşünün veya Türkiye'yi Maalouf olarak. Siz hangi yanınızdan vazgeçerdiniz. Kürt, Türk, dindar, laik... Bir parçanızı kestiğinizde gerçek olabilir miydiniz? Evet, kimliklere ihtiyacımız olabilir. Ancak hiçbiri kutsal değildir. Hiçbir kimliğimiz bir başkasının kimliğinden 'yüce' hiç değildir. Galiba kolay yoldan, emek sarf etmeden edindiğimiz bu "ölümcül kimlikler"den soyunma, çırıl çıplak kalma zamanı geldi de geçiyor. İnsan yanımıza dönmeye, bir katharsis'e, arınmaya, temizlenmeye ihtiyacımız var.