O garip sesini ve okuma tarzını ilk kez 1960'lı yılların sonunda Erdek'te bir açık hava sinemasında duyduğum Orhan Gencebay, son günlerde, yaşadığı/mız her şeyin bir 'parodi' olduğunu anlatırcasına, simli kravatı, çizgili elbisesinin yakasına iliştirdiği o felaket, 'stilize' kırmızı gülle billboardlarda arzı endam ediyor. Anlaşılan o beyaz takımları, beyaz kemer ve ayakkabıları şimdilik bir kenara bırakmış. Bir de televizyon reklamlarında ciddiyetinin büsbütün komikleştirdiği haliyle elini şükredercesine göğsüne bastırıp 'berhudar olun' diyor. Bu açıkça arabeskin komediye dönüşüp hayatımızdan artık çıktığının ve bir güldürme aracı haline geldiğinin göstergesidir.
ESKİ AYLAR KIRPILIP...
Hepsi bu kadar olsa gene iyi. Her akşam bir kız çocuğu yakışıklı bir gencin kapısını çalıyor, onu terk ettiğini bildiriyor. Arkadan Ümit Besen gene o acayip görüntüsü, beyaz elbiseleriyle yanık yanık bir arabesk parça okuyor. Delikanlı, 'bırak Ümit ağabey' diyor. 'Hayatın draması varsa Rondo'nun kreması var'. Bunun üstüne o ağlayan parça gidiyor, yerine oynak bir hava geliyor. Daha ne olsun, arabeskin uzaktan yakından yanından geçmemiş 'drama' sözcüğüyle dalgasını geçerek, reklam, herkesi gülüp eğlenmeye çağırıyor. Ama kızın yaklaşımındaki 'stilizasyondan' buraya kadar iz sürdüğünüzde bütün o arabesk dünyayla hem de ağır biçimde dalga geçildiğini görüyorsunuz. Bitmedi. Kısa bir süre öncesine kadar, Şafak Sezer, mükemmel bir biçimde oynadığı reklam filmlerinin birisinde gene öyle, arkada bir acılı parça çalarken, vitrinden eski kız arkadaşını izliyordu, kızcağız da bunun o halinden dehşete, ürküntüye kapılıp, yürüyüp kendi yoluna gidiyordu. O aslında insanların arabeske sırtını çevirmesiydi. Yani, arabesk öyle bir noktada ki, üç farklı örnek üç ayrı arabesk alayı sergiliyor. Şafak Sezer konuyla, Ümit Besen kendisiyle ve içerikle dalga geçiyor ve karşıdakini güldürüyor. Gencebay ise hiç o niyette değilken gülünç hale geliyor. En fecisi gerçekten o: Kendisini aşırı derecede ciddiye alıp, yaptığını hakikaten inanarak yapanlar da bu vadide komiklik akıbetinden kurtulamıyor. Ne oldu, ne bitti de birdenbire neredeyse bütün reklamlarda iş bu noktaya geldi, arabesk gülünçlü bir öğe niteliği kazandı? Aslına bakılırsa bu iş, Müslüm Gürses kendi arabeskini terk edip cazla, türküyle, şarkıyla, pop parçalarla uğraşmaya başladığında gelişmeye koyulmuştu. Müziğini dinleyince kendisini jiletleyenlere sırtını dönmüş, 'performanslara' katılmış, sosyetenin müdavimi olduğu kulüplerde sahneye çıkmış (bence 'sahne almış' değil, kim icat etti, o acayip ifadeyi?), 'kendisini aşmıştı'. Hiç şüphe yok ki, bir vizyoner olan ve kendilerine özgü yanılmaz sezgilerle hareket eden bu insanların içinde en parlaklarından birisinin arabeskten bu şekilde uzaklaşması bazı çanların çalması demekti. İş ardından buraya geldi. Aynı şekilde Ferdi Tayfur başka bir çizgiye kaymış, Ferdi Özbeğen tangolar falan söylemeye koyulmuştu.
SOSYOLOJİ DEĞİŞİNCE...
Dibi kurcalanırsa yıllardır üstüne yazdığımız bu arabesk meselesi şimdi bana başka bir noktadan etki ediyor. Arabeskin bir müzik sistemi, 'sound'u haline gelmesi başka bir şeydir, bu müziğin sözleri itibariyle yarattığı dünya daha başka bir şey. Dinlenen müziğe burnunu sokan devletin Kültür Bakanlığı aracılığıyla organize ettiği 'acısız arabesk' yarışmasını kazanmış Hakkı Bulut mesela bu konuda ilginç bir köşe taşıdır. Parçalarındaki sözlerin Türkiye sosyolojisini yansıttığını öne sürer ki, katılıyorum. O zaman arabesk müziği müzik yapan ve işi bu noktaya çeken nedir? Bana kalırsa Türkiye'nin iki arada bir derede kaldığı dönemin, Batı-Doğu, yerliyabancı, şehirli-köylü ikileminin içinden doğdu o müzik. Gencebay'ın kendilerini devrimci ilan etmesini falan bir yana bırakalım. Kanımca o müziğin sesi yanlıştı ve yabancıydı. Ama türküler üstünden gelen bir gerçekliği vardı. Gene de ben o garip sesin içeriğiyle insanlara intikal ettiği kanısındayım. Yani sözü müziğinden önemli bir olguydu arabesk. Bu bizim şarkı geleneğimiz içinde de geçerli bir husustur. İkincisi, insanlar etnik, bölgesel, kimliksel müzik dinlemeye başladı. Bugün Türkiye'nin gerçeği Kürtlük ve Güneydoğu'dur. O insanlar da arabeski terk edip doğrudan kendi müzikleriyle, gerekiyorsa onun 'protest' boyutuyla meşgul olmaya başladılar. Gene de en önemlisi, arabeskin kendisine yer yurt edinememiş insan kitleleri bakımından çekici olmasıydı. İşte, eziklik, çaresizlik, ortada kalmışlık gibi. Oysa zamanla o insanlar daha farklı bir konuma geldi. Nurdan Gürbilek'in tespit ettiği gibi 'fakir ama namuslu genç' olmaktan çıkıp 'ben de isterem' noktasında durdular. O eski tipoloji kayboldu. İnsanlar büyük kitle itibariyle şehirde yaşıyor şimdi. Şehirde kendisine tutunacak dal buluyor. Yani, bir gelecek umudu ve heyecanı var. O zaman ne yapsın arabeskin acısını? Nihayet, eğlence endüstrisi dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de işi acıyla değil gülmekle, kahkaha atmakla, gerçekten eğlenmekle ilgili bir şeye dönüştürdü. Her gece şu kadar gülünçlü dizi filmin yayınlandığı bir toplumda, şu kadar stand-up programın yayınlandığı bir TV ortamında kim kalkar da arabeskin acısına gönül indirir? İnsanlar gülüp eğlenmek, dünyadan zevk almak peşinde. Zamanında 'rumbadan cumbaya' demişti Peyami Safa, şimdi 'dramadan kremaya' geldik. Daha ne olsun?