İngiltere'de kayıtlı en eski kasaba olan Colchester'da sonu çok mutlu biten bir doktora sınavının ardından kutlama yemeğini yedik ve ben, 'birlikte olduğum gençler artık herhalde barlara giderler, bakalım nasıl dayanacağım!' derken kendimizi adı bile beni hayallere sürükleyen Odeon sinemasında
Avatar filmini seyretmek için koltuklara yerleşirken bulduk. Dışarıda diz boyu kar vardı, hava dehşetli soğuktu ve biz güneşli günleri aklımıza getiren o acayip kara gözlükleri suratımıza geçirip kendimizi filme kaptırdık. Ne yalan söyleyeyim, önceden pek gönüllü değildim sinemaya gitmek için. Biraz gençlerden kopmamak, biraz da adı çok duyulan şu üç boyutlu filmi göreyim, beğenmezsem, huyumdur, yarısında çıkarım deyip girmiştim. Fakat bir süre sonra filmin beni sardığını fark ettim. Hemen belirteyim ki, filmin konu, kurgu ve öykü olarak, bu yaz Akın'la birlikte hepsini boydan boya izlediğim
Star Wars ve
Yüzüklerin Efendisi'nden neredeyse hiç farkı yok. Niye böyle olduğu da ayrıca ele alınması gereken bir durum ve bu halin bazı nedenlerine geçen hafta bu ekte yazdığı mükemmel yazıyla
Yeşim Tabak ucundan kıyısından da olsa değiniyor. Konu itibariyle Hollywood klişelerine pek bir yaslanmış
Avatar. Öteki ülkeleri/gezegenleri işgal eden kötülere prototip, artık, filmi birlikte izlediğim
Dr. Hamid Akın Ünver'in dediği gibi, Bush. Gerçi 'Dubya'nın kötü adam haline gelmesi benim zevkten yüreğimin yağlarını eritecek bir hadisedir ama, o iyi ülkenin giriştiği savaşı, doğanın ayaklanmasıyla kazanması, Davut- Golyat savaşının gösterilmesinin pem coşturucu bir yanı yok. Tabak'ın belirttiği gibi 3D de öyle bize çığlık üstüne çığlık attıracak, sinemada devrim sayılacak bir güce sahip değil. Sonunda 50 yıldır denenen bir yöntem bu. Her ne kadar 50 yıl önceki yöntemlerle bugünkü bilgisayar 'animasyonuna' dayanan CGI tekniği arasında dağlar kadar fark varsa da, işin özü aynı. Ne ki, 'aynı' demek yetmiyor. Hem 'aynı' dediğimiz şey o kadar aynı değil, çok farklı, hem de bu tür geçiştirmeler bana çok anlamlı gelmiyor. Kabul ediyorum, bu fark sinemanın
'ontolojisini' yani
varlıksallığını değiştirmiyor.
Son kertede gene koltuğa oturup karşımızdaki yalan dünyayı izliyoruz. Böyle bakınca hiçbir şey değişmemiş gibiyse de
görsel ideoloji dediğimiz şey, böyle küçük değişikliklerin yan yana gelmesiyle ortaya çıkıyor. Bakalım asistanım Nuri'nin merakla beklediği parçalanmış ekran veya çoğul ekran tekniği, benim gelmesini daha çok istediğim ve
Peter Greenaway'in de işaret ettiği
interaktif ekranlara ne zaman geçeceğiz ve sinemasal gerçeklik o gelişmelerle birlikte nasıl değişecek?
YENİ ESTETİK, YENİ GÜZELLİK
Filmin başından sonuna kadar, haddinden fazla stilize edilmiş bir estetik var karşımızda. Yani, '
güzellik' dediğimizde aklımıza gelebilecek bütün şablonlar, kalıplar karşımızda bu defa üç boyutlu olarak duruyor. Neredeyse akıl dışı bir orman görüntüsü, hepsi insanı şaşırtacak kertede ayrıntılı olarak işlenmiş ve 'anıtsallaştırılmış' diğer doğa elemanları izliyoruz: Göller, şelaleler, yaratıklar, çiçekler. Canavarlar bile bütün ürkünçlüklerine rağmen müthiş etkileyici ve estetik bir hale sokulmuş. Köpek mi kurt mu olduğu belirsiz ceylan gibi hayvanlar (diyelim), uçak gibi kullanılan kuşlar (bunların Yunan mitolojisinden gelen
Pegasuslardan esinlenildiği -at değiller ama at gibi kullanılıyorlar- gün gibi ortada, zaten filmde
arkaik, arketipik olmayan bir tek eleman yok), onların en büyük ve güçlüsü, çok etkileyici bir görsellikle/güzellikle bütünleştirilmiş. Basınca ışıklar saçan çimenler, uçuşan tüy/deniz anası benzeri diğer canlılar, dokununca bir çember gibi dönerek kapanan çiçekler ve daha neler, neler. Çok etkileyici bir ortam. Ne anlama geliyor bu? Sorunun yanıtını vermeden önce şunu belirteyim.
Romantik edebiyat dediğimiz, İzlenimci sanat dediğimiz yaklaşımlar için bu tahayyül mertebeleri söz konusu bile değildi. Bundan çok daha kısırları, kısıtlıları anlatıldı. Gene de insanlar onlardan derecesiz ölçülerde etkilendi.
Şimdi teknolojinin yardımıyla, imgelemin izin verdiği en uç noktaya götürülmüş olan bu estetiği kabul mü edeceğiz ret mi edeceğiz? Bir kere bu estetiğin
'maksimalist' bir anlayışla bütünleştiği açık. Biraz daha zorlarsak, gerçekle kurduğu ilişki bakımından da bu estetiğin sorunlu olduğunu öne sürmek ve onu kiçe yakın bulmak mümkün. Ne var ki, ben bu estetiğin tam da bu nedenden ötürü kiç olmadığını öne süreceğim. Nedeni şu.
Kiç, tekrara dayalı, gerçeklikle ilişkisi kopuk ama gerçekmiş gibi sunulan bir tarzdır. Oysa filmde izlediğimiz estetik bize filmolojinin bir özelliğiyle yansıyor. Başta izlediğimizin gerçek(lik)le hiçbir ilişkisi olmadığını biliyor, bu estetiğin gidebildiği kadar uzak noktaya erişmesini gözetiyoruz. O estetiği kendi yalıtılmışlığı içinde izliyoruz. Dolayısıyla da onu mutlak bir muhayyilenin 'zaferi' olarak ele alıyoruz. Hal böyle olunca da, sanatın özünde yatan bir temel dürtüyü onunla bütünleştiriyoruz: Gerçekte yaşayamayaca-ğımız şeyleri (eylem, nesne, görüntü) bize yaşatan alan. O nedenle ben bu estetiğe 'yeni romantik' demekten yanayım. Ne yalan söyleyeyim, soğuk, karlı, çok mutlu olduğum geceye, sinemadan, bir de içim ısınmış olarak çıktım. Gençler beni ekip geceye karışıyordu...
* 2009 YILININ SİNEMA OLAYLARI İÇİN TIKLAYIN