Bir şarapsever olarak geçen yüzyıllarda yaşamamış olmaktan çok mutluyum. Zira eski dönemlerde belli bir kalitenin üzerinde şarabın, ancak bu iş için en uygun bölgelerde elde edilebildiğine, geri kalan sıradan bölgelerde ise bugünkü "köpek öldüren" tabir edilenlerden bile daha kalitesiz şarapların yapıldığına inanırım. Birkaç yıl önce Gusto dergisinde yayınlanan Osmanlı şaraplarıyla ilgili bir araşmamda, ilginç bazı kaynaklara değinmiştim. Örneğin Kanuni döneminde Avusturya elçilik heyetiyle İstanbul'a gelen Dernschwam adlı birinin anlattıklarına göre, "Türklerin şarapları kırmızı ve çok koyu renkli" ymiş. Bunda olumsuz bir yan yok. Ama Avusturyalı gezgin bunun püf noktasını da anlatıyor: "Şaraba mürver ile orman zambağı karıştırılıyor. İşte şarabı bu şekilde boyuyorlar. Gerek görünüşü gerek lezzeti çok kötü. İnsanı hasta ediyor." Aslında iyi Osmanlı şarapları da yok değildi. Nitekim, Dernschwam onlara da değiniyor. Bunlar arasında Midilli şarapları, misket ve malveza üzümlerinden yapılan şarapların, ayrıca Girit'in Kandiye bölgesinden gelen şarapların kalitesinin çok yüksek oluğundan söz ediyor. Aslında büyük şarapların genellikle yüksek teknolojiye ihtiyaçları yok. Dünyanın en büyük şaraplarından Petrus'un sahibi Christian Moueix, üretim sırasında hiçbir modern teknoloji yöntemine başvurmadıklarını söylediğinde önce çok yadırgamıştım. Ama sonra, dünyanın bazı şanslı köşelerinde gerek bağların gerekse doğal iklim koşullarının hiçbir yardımcı yönteme gerek duyulmadan böylesine büyük şarapların yapımına olanak sağladığını gördüm. Her yer böylesine şanslı değil. Nispeten daha sıradan bölgelerde şarabın kalitesini yükseltmek için esaslı yatırım ve bilgi gerekiyor. Nitekim bundan on, on beş yıl öncesine dek bizim şaraplarımızın büyük bir bölümü, Batı'nın sıradan sofra şarapları düzeyini bile zorlukla tutturabiliyordu. Sanırım Türk şarapçılığının dönüm noktasını oluşturan iki gelişme var. Bunlardan birincisi, bankacı Güven Nil ile Doluca şaraplarının sahibi Ahmet Kutman'ın birlikte başlattıkları Sarafin projesi. Güven Nil, kaliteli şarap yapma yolunun bağdan geçtiğinin bilincinde olarak Gelibolu'da ithal asma fideleri getirterek yepyeni bağlar oluşturdu. Ahmet Kutman ise yılların birikimiyle bu üzümleri o dönemde yenilediği tesislerinde özenle işlediW.
KALECİK KARASI ÜZÜMÜ
Aynı yıllarda, Kavaklıdere'nin 1960'larda filoksera hastalığı yüzünden tümüyle yok olan, son kalan asmalardan Kavaklıdere'nin girişimi ile tekrar hayata döndürülen Kalecik Karası üzümünden yapılmış zarif ve kaliteli şarap da Türk şarapçılığına yepyeni bir soluk getirdi. Bu dönemde yabancı içkilerin ithalindeki tekelin kaldırılması çalışmaları yoğunlaşmış, üreticilerin şaraplarına daha fazla çeki düzen vermeleri gereği ortaya çıkmıştı. Güler Sabancı'nın, dayısı Orhan Türker ile birlikte kendi üzümlerinden, Gülor markası altında, yabancı uzmanların denetiminde Fransız şato şaraplarına benzer çok kaliteli şaraplar yapmaya başlamaları da şarapçılığımızın gelişmesinde bir başka önemli dönüm noktasını oluşturdu. Bunları Doluca'nın Karma, ardından da daha mütevazı fiyatlarıyla DLC serileri izledi. Kavaklıdere'nin Kalecik Karası'nın yanı sıra, Öküzgözü ve Boğazkere üzümlerini monosepaj olarak aynı adlarla şaraba dönüştürmesi de Türk kalite şarapçılığı açısından bir başka dönüm noktasıydı. Belirli bir fiyatın üzerindeki kalite şaraplarda düzey hızla yükselirken, daha mütevazı ürünlerde uzun süre herhangi bir gelişme gözlenmedi. Ancak iddialı firmalar arasına girmeye aday bazı üreticilerin tesislerine yatırım yaptıkları, kendi adlarına bağlar oluşturdukları ya da bölgelerindeki üreticileri yönlendirerek daha kaliteli şaraplık üzüm yetiştirilmesine öncülük ettikleri biliniyordu. Geçtiğimiz aylarda iki Anadolu firması, Pamukkale ve Sevilen, yenilenen teknolojilerinin ve üretim felsefelerinin sonuçlarını görücüye çıkardı. Pamukkale şarapları kısa süre önce Türkiye'de ilk kez Denizli'nin Güney ilçesinde uluslararası pazarlarda çok beğenilen Şiraz üzümleri bağlarını diktirmişti. Bunlardan Türkiye'nin ilk Şiraz'ını üretti. Onun ardından da seçkin üzüm çeşitlerinden üçer üzümün kupajı olan beyaz ve kırmızı "Trio" serisini piyasaya sundu. Daha önceleri de fiyat kalite dengesi en iyiler arasında isimleri geçen şaraplara imzasını atan Pamukkale, bu yeni şaraplarında da fiyatları abartmadı. Bir yandan da oluşturduğu modern mahzene ilk parti olarak 125 adet Doğu Alman meşesi fıçılar getirterek, özellikle Chardonnay şarabında önemli bir kalite sıçraması sağladı. Pamukkale bu son çıkışlarıyla birlikte artık ülkemiz şarapçılığının birinci ligine yükseldiğini kanıtlıyor. Uzun yıllar portföyündeki çok fazla çeşit şaraplarla adını ağırlıklı olarak sofra şarapları kategorisinde duyuran İzmir'in Sevilen firması da kaliteli şaraplar alanında da iddialı olduğunu göstermek üzere, İzmir civarında bölgenin sıcak ikliminden daha az etkilenecek yüksek rakımlı arazilerde bağlar almış, Fransız kökenli üzümler dikmişti. 2004 rekoltesinden önce de Fransa'dan biri bağcılık, öteki de şarap üretimi konusunda otorite iki uzman ile anlaşıp üç yeni beyaz şarap yaptı. Yenilenen tesislerinde kalite şarap yapımının gereklerini radikal biçimde uygulamaya başlayan Sevilen, yeni Sauvignon Blanc ve Chardonnay şaraplarıyla, sofra şarapları üreticisi imajını geride bıraktığını ortaya koydu. Önceleri vasat bir şarap olan Majestik de ustaların elinde kalitesi yükselmiş olarak şarapseverlere sunuldu. Yapımcılar gelecek yılın şaraplarında daha da iddialı olduklarını söylüyorlar. Son on yılda Türk şarap üreticilerinin de damak zevkleri çok gelişti. Artık sırf ambalaj sayesinde iyi şarap niyetine vasat ürünlerin rağbet görmesini kimse beklememeli. Piyasada kalitesi yükselmiş bu kadar şarap varken, etiketi ve şişesi göze hoş göründüğü halde, bunların vadettiği kaliteyi içerdikleri şaraplarda bulamayan şarapseverlerin bir daha aynı macerayı göze almaya yanaşacaklarını hiç sanmıyorum.