Hani, pazarlamacılığını kanıtlarıyla ortaya koyduğum kankan Ahmet Hakan ve onun kardeşlerini savunan yazının sonunda benim niyetimin bozuk olduğunu yazmışsın ya. Hani "Sen şunu demek istiyorsun aslında 'Biz yandaşız, onları değil, bizi gör; köşeyi biz dönelim!" falan diyerek bana açıkça saldırmışsın ya...
İşte sırf bu ağır ithamına cevap vermek için bugün buradayım Nazlı Ilıcak!
Bak şimdi sana ne diyeceğim.
Sen de biliyorsun ki, benim derdim, "Neden muhalifler TRT'de program yapıyor?" filan değil. TRT'de bir yığın muhalif isim program yapıyor. Ekrana çıkıyor. Çıksınlar da. Çıkmalılar da. Keşke Ruhat Mengi TRT'de program yapsa. Mesele bu değil! Asıl mesele, çekilen filmin Kültür Bakanlığı'nın bütçesiyle çekilmesi ve sonra da bir başka kamu kuruluşuna yüksek meblağlar ile satışının yapılması. Neden, "Mücahitler müteahhit oldu" diyerek yaygara koparan ama aynı zamanda kardeşleri kâh TRT'de, kâh AKP'li belediyelerde iş tutsun diye köşesinden yıkama yağlama çeken Ahmet Hakan'a, bir gazeteci olarak, "Ne oluyor kardeş? Bu nasıl iş?" deme hakkıma başka bir mana yüklemeye çalışıyorsun?
Şimdi...
Yalçın Doğan yazdı da öğrendik. Hani 1996'da dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'la bir seyahate gidiyormuşsunuz hep beraber. Ve sen kalkmış Mehmet Ali Birand'ın, Sedat Ergin'in ve Sebahattin Önkibar'ın gözleri önünde Mesut Yılmaz'a, "Ben sizi çok seviyorum, bundan sonra ben sizin yağdanlığınız olmak isterim" demişsin ya...
Sadece bu bile senin aslında neden bana böyle bir suçlama getirme hakkın olmadığını ortaya koyar Nazlı Ilıcak!
Tamam. Bir gazetecinin köşesi üzerinden piar yapmasını, kardeşlerine kamuda yol verilsin diye arsızca kalemini kullanmasını doğal karşılamanı çok iyi anlıyorum.
Çünkü onun yaptığının aynısını sen 30 küsur senedir yapıyorsun!
Biz seni biliyoruz. Sen kâh Demirel'in otobüsündeydin, kâh Erbakan'ın, kâh Mesut Yılmaz'ın, kâh Unakıtan'ın...
Haa mesela Unakıtan dedim de bak aklıma ne geldi?
Gerek bu gazetede, gerekse Takvim'de yazdığın zamanlar sık sık eski Maliye Bakanı'na övgü düzüyordun ya. "Müthiş adam. İş bilen bakan. Tayyip Erdoğan'ın veliahdı olan adam" filan diye yazıyordun ya. İşte taa o zamanlar kulağıma birileri diyordu ki; "Nazlı Ilıcak oğlu Mehmet Ali dünya markası Backwoods purolarının aleni taklidi olan Blackwood'un Türkiye'ye ithalatını yapabilmek için Kemal Unakıtan'a yağdanlık yapıyor. Taklit malın yasal olarak önünü açtırmak için Unakıtan'ın piarcısı gibi çalışıyor."
Yerim yok. Yoksa Google'dan indirip, okurlara göstereceğim senin Unakıtan ve ailesine döşediğin o müthiş methiyeleri.
Hangimizin yandaş olup, olmadığına dair bir argümanım daha var.
Hani hatırlar mısın ben SABAH'ta henüz muhabirdim. Sen de o tarihlerde Takvim'de yazıyordun. Bu binanın 8. katındaydı odan. Bir gün tesadüf karşılaşmıştık hani. Çok mutsuzdun. Dert yanmıştın: "Benim yerim burası değil aslında. Buradan etkili olamıyorum yeterince. Benim yazmam gereken gazete SABAH. Ama Fatih Altaylı beni istemiyor oraya."
Sonra bir gün TMSF el koydu gazeteye. Ben TMSF'nin yönetimindeki gazetede çalışamadım mesela. Üstelik de Ahmet Ertürk ve o dönem SABAH'taki birçok yönetici memleketlim olmasına rağmen.
Çok mutsuzdum ve bir gün bile çıkıp, "Ahhh hemşerim. Bana sahip çık lütfen" demeden çektim gittim. Onurumu ayaklar altına almadım.
Peki sen ne yaptın?
Ciner'in eli ayağı çekilip, gazete TMSF'nin eline geçer geçmez doğruca başbakanlığın yolunu tuttun! Öyle değil mi? Bütün ilişkilerini seferber ettin. Adamları usandırdın! Ahmet Ertürk ne dermiş o tarihlerde yakınlarına biliyor musun: "Bıktım şu kadından yahu! Verin şuna SABAH'tan bir köşe de düşsün yakamızdan!"
Neyse...
TMSF'li günlerde çok mutluydun ilk başta. Çünkü her zamanki gibi atını koşturuyordun.
Ama sonra SABAH gerçek bir patrona devroldu. Bu gazetenin bugünkü yöneticileri geldi işin başına. Eski bir medya patronun eşi olmandan mı yoksa kendini kıymetli saymandan mıdır nedir bilemiyorum, senin en büyük keyfin ve emelin her daim yazdığın gazetenin tepe yöneticileri ile yakın ilişkide bulunmaktır!
Ama bir de baktın ki bu ekip senin dişine göre değil! Bunlar öyle senin bir telefonunla akşam evindeki davete koştura koştura gelecek, her aradığında sana "Alloooo..." diyecek adamlar değil!
Ondan sonra başladın yaygara koparmaya.
Birden Aydın Doğan ve ailesinin aşkı depreşti sende. "Bakın ben buradan ilan ediyorum işte. Siz 2009'un mağdurusunuz" falan deyip yanaştın da yanaştın adamlara. Üstelik de bu gazeteyi kullanarak.
"N'oluyor?" diyenlere de, "Ayyy objektif bakıyorum" diyerek caka sattın. Oysa senin asıl derdin objektiflik filan değil, sadece durumun gerektirdiği şekilde pozisyon almaktı!
Hepimiz o yazıları yazmaktaki tek derdinin, torpille ele geçirdiğin ve fakat mutsuz olduğun SABAH'taki bu köşeden bir an evvel gitmek olduğunu biliyoruz!
Bana saldırdığın ve benim tek niyetimin, "Niye onlara var? Niye bana yok?" olduğunu yazdığın o ağır hakaretinin satır aralarında bile bu mesaj gizli. "Ayyy bak Ahmet nasıl çaktım kıza! Söyle Aydın Bey'e bana da senin dükkâna yakın bir yerlerden dükkân versin..."
Şimdi. Biliyorsun ki, bugün aslında benim yazı günüm filan değil! Ama senin cuma günü ettiğin o ağır hakarete ve iftiraya karşılık bir cevap hakkı istedim gazete yönetiminden. Sağ olsun onlar da uygun gördü.
O nedenle uzatmayıp, meseleye noktayı koyayım...
"Yandaş" sözü senin kulağına tanıdık, sıradan ve hoş bir söz gibi gelebilir. Ama bil ki benim için bu söz ağır bir hakaret yerine geçmektedir. Çünkü ben bütün meslek hayatım boyunca kimseye yanaşmadan ya da ona buna yağdanlık yapmadan, köpekler gibi çalışarak, alnımdan ter akıtarak hayatımı kazandım! Ve hep çocuğumun kursağından geçecek ekmeğin namuslu undan pişirilmiş olmasına itina gösterdim. O yüzden bir daha sakın bana yandaş mandaş filan deme! Ettiğin anda yine beni karşında bulursun bilesin! Ve lütfen bir daha o köşede yandaş, yandaşız, yandaşlar diyerek bu gazeteye emek veren insanları çıldırtma!