Öğleden sonra evde gazeteleri okuyorum. Herald Tribune'da ilginç bir yazı.. Aşk Hormonu üzerine bilimsel araştırmalar..
Efendim, beynin hipotalamus bölgesinin yayınladığı Oxytocin diye bir hormon varmış ve Aşk Hormonu diye adlandırılırmış, halk dilinde..
Niye?..
Çünkü annelere, bebeklerini emzirme ve bakma hissini bu hormon verirmiş. Erkeğin monogam, yani tek eşli olmasını bu hormon etkilermiş... Daha önemlisi insanların birbirlerine güvenmelerini (Ki sevginin temelidir) bu hormon sağlarmış... Ama nereye kadar?. Son araştırmalar göstermiş ki, bu hormonun etkileri sınırsız değil. Yani bütün dünyaya yöneltmiyor, sevgi duygusunu, belli bir gurupla sınırlıyor. Yani Aşk Hormonu evrensel kardeşliği değil, belli bir klanı, kabileyi seçiyor, onun içinde kalıyor.. Yaninin yanisi.. Aşk hormonu aslında insanı etnosentrik, yani etnik merkezci yapan bir salgı..
Akşam TİM'de Cem Yılmaz'ı izledik arkadaşlarla.. Eve döndüm, başımı yastığa koydum.. İçimi müthiş bir keyif ve gururun sardığını hissettim. Cem Yılmaz'a sahip olmanın keyfi ve gururuyla uyudum..
Niye mesela Charlie Chaplin'e sahip olmanın keyfi ve gururu olmuyor da, Cem Yılmaz'a oluyor?.
Demek, beynim iyi Oxytocin yayınlıyor ve ben etnosentrik biri oluyorum.. Çünkü Cem'e sahipleniyorum, Chaplin'e değil..
Cem, gerçekten, insana gurur veren bir sanatçı. Av Mevsimi'nde bir takım oyunu içinde nasıl harikalar yarattığını daha dün beyaz perdede izlemiştik. Bugün sahnede, tek başına ve canlı gösteri yapıyor.. Gene muhteşem ve bu yetenek "Biz"den biri.. Benim böyle bir sanatçım var.. Ne mutlu!..
Cem'in uzun aradan sonra yaptığı yeni şovu müthiş.. Programını iki buçuk saat sonra hiç abartmadan, çok sakin bir sesle "Bu kadar. Bitti. İyi geceler" diye bitirip, minik bir selamla kulise doğru giderken, aslında tıklım tıklım salonda kıyametin kopması, koltukların yıkılması, Cem'in tekrar tekrar sahneye gelmesi gerekirdi. Ama inanın normal bir alkış sesi bile duyulmadı. Çünkü millet yorgunluktan bitmiş tükenmişti. Önümde oturan genç kadın "Yeter" diye haykırıyordu hatta.. Öylesine baygın düşmüştük gülmekten..
Peki ne yapmıştı, bizi bitirmek için?.
Hayır.. Komiklik yapmıyordu. Taklit yapmıyordu. Müstehcen fıkralar anlatmıyor, yerli yersiz sövmüyordu. Akıllara seza yetenekler sergileme teşebbüsüne girmiyordu..
Aslında müthiş bir şey yapıyor, okullarda öğretilmesi gereken bir ders veriyordu..
"Herkesin bir hikayesi vardır. Ben kendi hikayemi anlatıyorum, hepsi bu.."
..Ve Cem'in hikayesi insanları 2.5 saat bitkinleştirene kadar güldürmeye yetiyordu. İçinde, çok ayrı, çok özel, çok farklı, ne bileyim çok dramatik, ya da çok komik unsurlar olmadığı halde..
Cem herkesin yaşadığını yaşıyor, ama onları Allah vergisi yeteneğiyle gözlemliyor ve akıllara seza bir sevimlilikle anlatıyordu, hepsi o..
Örnek..
Benim minibüste toplanmış gidiyoruz.. Yolda laf açıldı, Mersin'deki olaya geldi. Dün okuduğunuz yazımdan söz ettim.. Hani okulda erkek ve kızların birbirlerine 45 santimden fazla yaklaşmalarını yasaklayan müdür hikayesi.. "Niye 45 santim" diye yazdığımı anlattım.. Gülüştük.. Sonra TİM'e geldik. Erken. Kulisin arkasında bir restoran var. Oraya oturduk. Garson menüleri dağıttı. Roka salatasıyla noodle seçtim. "Yalnız roka küçük olsun" dedim. "Sizin porsiyonlar devasa bilirim.."
"Hay hay" dedi garson.. Gitti..
Ufak bir salata tabağıyla geldi. İçinde rokadan başka her şey var.. "Niye" dedim. "Efendim ufak istediniz, o zaman mevsim salatası oldu.."
Güldüm.. Az sonra elindeki ana yemeğimi, sağ tarafımdan uzattı.
"Efendim boloneziniz.."
"Ben bolonez değil, noodle ısmarladım.."
"Affedersiniz" dedi.. Masanın etrafında döndü ve ayni tabağı bu defa solumdan önüme koydu..
"Efendim noodleunuz!.."
Masadan kahkahalar yükseldi. Ünal "İçerde bu kadar güler miyiz acaba" dedi.. Seçtiklerimi değil, garsonun getirdiklerini yedim.
İçeri girdik.. Cem hikayesine başladı..
Önce lafı Mersin'e getirdi. "Niye 45 santim" dedi.. Aynen.. Sonra bizim garsonları anlattı.. İnsanın başına gelip, menüyü bile koymadan "Bana bırak" diyen garsonları.. Biz iki kat güldük.. Her iki olayı da yarım saat evvel yaşadığımız için..
Öylesi hayatın, güncelin içinde.. İşin sırrı bu.. Asıl müthiş yanı.. Seyirciyi asla gülmeye zorlamıyor. Abartmıyor, esprileri kafanıza vurmuyor, izaha yeltenmiyor, "Sabah kahvaltıda çay içtim" der gibi anlatıyor her şeyi.. "Elbisem gösterişsiz olunca süsüm tamam olur" diyen Cyrano felsefesinde, gösterişsiz şovu, en müthiş gösteri oluyor.
Cem'e gidin. Mutlak gidin.. Sinema, DVD falan hikaye.. Adamı canlı izlemenin keyfi, gururu başka bir şey.. Bırakın çalışsın hipotalamusunuz ve beyniniz tonla oxytocin yollasın damarlarınıza.. Cem'e sahip olmanın keyfi ve gururunu yaşayın. Böylesi etnosentrik olmanın kimseye zararı yok..