Yazın sinemaya gidilir mi?.. Gidilir.. Bu film için gidilir.. Gidin, görün mutlak.. Nasıl sıcak, nasıl saran, kucaklayan bir dostluk, arkadaşlık, bir sevgi filmi..
G-Mall, benim Ertekin'den sonra üçüncü adresim.. Num Num Cafe'de arkadaşlarımla oturmak, bir şeyler yemek, puromu tüttürmek ve sonra da bir film, herhangi bir film seyretmek yaşamımın keyifli parçalarından biri oldu.. Çeşme ertesi akşam üzeri, Ünal ve Orhan'la kendimizi Num Num'a attık.. Bir yandan şnitzellerimizi yiyoruz, bir yandan, Bonus sinemalarının dünya tatlısı Halkla İlişkiler Müdiresi Nil'den filmler hakkında bilgi alıyoruz.. 6 sinema var, dördünü görmüşüz.. Geri kalan iki filmden biri gerilim.. Ben ona niyetliyim.. Nil ısrarla ötekine yollamaya çalışıyor bizi.. "Çok güzel" diye..
"Nasıl yani" dedik.. "Oyuncuları kim?.." Söyledi.. Hiçbirini tanımıyoruz.. "Filmi anlat peki biraz" dedik..
Efendim bir cüce var.. Bunalımlı.. Bir dul kadın var, bunalımlı.. Bir delikanlı, bir genç kız var.. Onlar da biraz bunalımlı..
"Eee.. Bu yaz gününde bizi niye bunca bunalımın içine itiyorsun?.. Depresyon geçirelim, diye mi?.."
Allem etti Nil, kallem etti.. Kendimizi Hayatın İçinden/ The Station Agent (İstasyon Şefi) filminde buluverdik..
Nasıl itici başladı, nasıl depresif.. Nil'i nasıl hayırla anıyorum kafamdan, gecemizi rezil ettiği için.. Tüm maçoluğum beynime fışkırıyor.. "Kadın aklına uyarsan.."
Sonra.. Sonrası bir masal.. Film nasıl içine almaya başladı bizi.. Hepimizi.. Mest olduk.. Resmen mest olduk.. Sinemadan nasıl keyifli, nasıl mutlu çıktık.. Üçümüz de bayıldık da bayıldık filme.. Sarmaş dolaş olduk Nil'le, teşekkür için.. Vallahi de tallahi de adımımı atmazdım, o böyle zorlamasa.. Ve de bu güzellikten haberim olmazdı.. Onun için yazmaya karar verdim bu yazıyı.. Ben de sizi zorlayayım diye..
Fin, 1 metre 35 santim boyunda bir cüce.. Hayatı boyu insanlar tarafından horlanmış.. Alaya alınmış, taciz edilmiş, onların şaşkın, aşağılayan, tahkir eden bakışlarından kaçmak için insandan kaçar olmuş.. Etrafında ona bakan kimse olmadığı zaman mutlu sadece diyebilirsiniz.. Tek başına, yalnız, hayattan kopuk.. Bir arkadaşından kalan metruk, artık kullanılmayan istasyon binasında yapayalnız yaşamak tam ona göre..
Olivia, çok sevdiği oğlunu kaybetmiş. Minik bir ihmal çocuğu götürmüş.. Kendini affetmiyor.. O da yaşamdan kaçıp, bu uzak, ufak köye yerleşmiş. Evinden sadece alışveriş için çıkıyor. Geri kalanı kendi kendini mahkettiği hapis..
Emily, genç, güzel, ama hamile.. Köyün serserisine aşık olmuş. Ama hamile kalınca, oğlan boşvermiş, ailesi dışlamış onu.. Yalnız ve bunalımda..
Joe, görünüşte "Yaşayan" tek kişi filmde.. Kübalı göçmen.. Dost arıyor, arkadaş arıyor, çırpınıyor ama boşuna.. Onun da hasta babasının kaprisleri ile başı dertte. Babasının yerine sosisli sandviç arabasını çalıştırıyor bir yandan..
Şimdi bu dört insanı kader ayni ortama getiriyor.. Pardon bir de, 10-12 yaşlarında, çirkin, şişman ve de zenci bir kız çocuğu var, arada..
Sonra her biri başka sorunlu, başka bunalımlı insanlar arasında, tüm kaçmalara, reddetmelere, karşı koymalara, direnmelere rağmen, usul usul, adım adım, yavaş yavaş bir dostluk başlıyor.. Bir sevgi ısıtıyor onları.. Sizi.. Sinemayı.. Nasıl, ama nasıl bir hoş oluyorsunuz..
"Bitmesin.. Hiç bitmesin" diyorsunuz.. Bitiyor.. Nerde bitiyor?.. Hiçbir yerde.. Ya da en önemli yerde.. Size kalmış orası..
Film bitiyor, ama sizin sıcaklığınız bitmiyor.. Hala bitmedi bende.. Bu satırları yazarken içimin nasıl sımsıcak olduğunu hissediyorum. Yazıyı bırakmak, çıkmak, sokaklarda koşmak, birilerine sarılmak geliyor içimden..
Müthiş oynuyor herkes.. Ama en fazla da o 1.35'lik boyu ile Peter Dinklage harikalar yaratıyor..
Üç ödül almış ünlü festivallerde.. En iyi oyuncu.. Peter tabii.. En iyi senaryo ve en iyi film müziği..
İstasyon Şefi, küçücük insanların küçücük filmi..
Ama öyle, hem de öyle büyük ki!..