Washington'da ikinci günümüz. Ara seçim kampanyası döneminin aktörleri yorgun bedenlerini dinlendirmek ve de yeni bir hamle öncesi güç toplamak için köşelerine çekilince, ABD başkenti göreceli bir sakinliğe kavuştu.
Aktörler? Başkan Barack Obama sandık bozgununun ardından Asya'nın mistik diyarlarında dolaşıyor.
Kongre'ye veda eden Demokratlar valizlerini topluyor.
Seçimin galibi Cumhuriyetçiler, özellikle de "Çay Partisi"nin gürültücü temsilcileri, Washington'un sessizliğine uyum sağlamaya çalışıyor. Bir yandan da ev bakarak.
İşte bu yemyeşil ve kafasını dinleyen Washington'da Türkiye açısından yeni dönemin parametrelerini okumaya çalıştım.
"Önce" dediler görüştüğüm siyasetçiler, diplomatlar ve Washington kulislerinin kurtları, "Bir noktayı iyi vurgulamak gerekiyor. O da şu: Obama'nın özellikle Temsilciler Meclisi'nde sakalı Cumhuriyetçiler'e kaptırması sonrası yazılan felaket senaryolarının çoğu doğru değil. Çünkü seçim sonucu ne olursa olsun, nihayetinde Başkan'ın Kongre ile uzlaşması zorunluluğu kadar Kongre'nin de Beyaz Saray'la uzlaşması olmazsa olmaz şartların ilk şartı. Tabii sistem kilitlenmek istenmiyorsa. Hiç kimsenin de öyle bir şeyi düşünecek kadar bile cesareti olamaz."
Bu girişten sonra sadede gelmelerini rica ettim. Geldiler:
"Obama'nın seçim yenilgisinin nedenleri liste halinde sıralansa dış politika en sonda sayılabilir. Ama Kongre'deki yeni tablo bizim açımızdan ise 'ABD'nin dış politikasında ne gibi değişikliklere yol açabilir' sorusunu listenin başına koyuyor. Doğal. Koyun can, kasap et derdinde.
Gelin, Washington ile Ankara arasındaki mevcut veya potansiyel gerilim hatlarını sayalım: İran, İsrail, bir ölçüde Ermenistan, birazcık Kıbrıs... Hapsi bu mu? Hayır.
Ama önce saydığımız sorun kaynaklarına göz atalım: İran konusu hiçbir zaman Türk-Amerikan ilişkilerinde krize dönüşmez. Bir biçimde aşılır, uzlaşma bulunur. Zaten Obama'nın İran'a yeni öneriler paketi hazırlaması, 5+1 grubunun (Not: ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya) Tahran yönetimine bir şans daha tanımayı öngören müzakerelerin Türkiye'de yapılabileceği haberleri de, bu sorunda risklerin kontrol altında tutulduğunu gösteriyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerine gelince; önümüzdeki dönemin yakın geçmişe göre daha az riskli olduğunu söylemek, ne yanlış olur, ne de aşırı iyimserlik. Bu yumağın ipucu İsrail'in özür dileyip ama sembolik, ama tatmin edici bir tazminat ödemeyi kabul etmesinden geçiyor. Eder mi? Büyük olasılıkla evet. Peki, etmezse ne olur? Kıyamet kopmaz. İlişkiler bir dönem daha düşük bir düzeyde sürdürülür.
Ermenistan'la ilişkilerin normalleşmesi sürecinin tıkanması veya kesilmesi de dert değil. 2011'den itibaren Yukarı Karabağ sorunundaki olumlu gelişmelere bağlı olarak, Cenevre'de pek sık olmasa da yapılan dolaylı veya dolaysız görüşmelerle sorunun sürdürülebilirliği güvence altına alınabilir..."
Sordum: "Neredeyse güllük-gülistanlık bir tablo çiziyorsunuz. Peki, geriye ne kaldı."
Muhataplarım, "Turbun büyüğü heybede" der gibi gülümsediler: "Türkiye'yi çok ama çok zorlayacak tek konu var: NATO. Füze kalkanı projesi."
Nedenini biliyorum ama hınzırlıktan yine de deştim: "Neden?"
Yanıt: "Çünkü ittifakın dayanışması bir sınavdan geçiyor. En azından Türkiye'nin muhatapları sorunu Ankara'ya o açıdan dayatmaya çalışıyor. Lizbon zirvesine (19 Kasım) kadar, gerek Brüksel'deki NATO karargâhında, gerekse başta Ankara olmak üzere ittifak başkentlerinde yoğunluğu ve gerilimi giderek yükselen, bundan sonra daha da yükselecek olan bir psikolojik harekat yürütüleceğini söylememiz, hiç de abartılı olmaz."
Yine sordum: "Peki sonuç ne olur?"
Cevap: "Bir uzlaşmayla sonuçlanacağını umalım. Ummak isteyelim. Aksini aklımızdan bile geçirmeyelim."
Sustum. Işık hızıyla düşündüm. Nereden nereye... Hayır, Türkiye değil; İran açısından. Onu da -fazla geciktirmeyeceğimi umduğum- bir başka yazıda anlatırım ya da hatırlatırım.