Bugün gözlerimizin önünde meydana gelen ve üstünden 48 saat geçmesine rağmen etkisinden kurtulamadığımız trajik bir olaydan söz edeceğiz...
O sabah İstanbul'da sis vardı. TEM otoyolu boyunca uzayıp giden tepeciklerin yemyeşil örtüsü ise çiğle yıkanmıştı. Okmeydanı'na saptık. Gedik Ahmet Paşa viyadüğünü geçtik...
Sadabad viyadüğüne doğru ilerlerken, her sabah olduğu gibi, bölgenin 1700'lerin başındaki görünümünü hayal etmeye çalıştık. 1702-1730 yılları arasındaki Lale Devri'nin simgesi olmuştu Haliç'e doğru uzanan o vadi...
400 metrelik Sadabad viyadüğüne geldik. Yol iki şerit halinde akıyordu. Biz sağ şeritteydik. Önümüzdeki araçlardan biri güvenlik şeridine geçiverdi.
O dönemde 3'üncü Ahmet'ti Padişah. Sadrazam ise Nevşehirli Damat İbrahim Paşa. Kağıthane'nin kurulu olduğu vadinin iki yanında yükselen tepeler hiç kuşkusuz ormanlarla kaplıydı. Haliç'e dökülen dere boyu ise lale bahçeleriyle. Evliya Çelebi burada "Lalezar mesiresi" düzenlendiğini, o festivalde "Kağıthane lalesi" diye ünlenen "Lale-i Günegün"ün seyredenlerin ve koklayanların "Aklını perişan ettiğini" anlatır.
Emniyet şeridinde duran aracın sürücüsü kapıyı açtı, sakin ama kararlı adımlarla Sadabad viyadüğünün korkuluklarına doğru yürümeye başladı...
Paris'ten Versailles ve Fontainebleu saraylarının, köşklerinin ve bahçelerinin planları getirtilmişti. Kağıthane Deresi boyunca Padişah 3'üncü Ahmet, Sadrazam Damat İbrahim Paşa, vezirler ve vükela için 60 kadar saray, köşk ve kasr inşa edilmişti. Fransız stili düzenlenmiş geniş bahçeler içinde...
Emniyet şeridinde park edilmiş aracın sürücüsü birden korkulukların üstüne tırmandı ve 60 metre yükseklikten kendini boşluğa bırakıverdi.
O sarayların, kasrların, köşklerin akılları perişan eden lalelerle bezenmiş geniş bahçelerinde, Hıdırellez'le birlikte İstanbul'a baharın gelmesiyle zevk-ü sefa mevsimi açılırdı. Yatağı değiştirilmiş Kağıthane Deresi'nin iki yanına inşa edilmiş mermer rıhtımlara birbirinden alımlı, birbirinden şaşaalı kayıklar yanaşırdı. Ve içlerinden vezirlerin, vekil-vükelanın eşliğinde ince yaşmaklı, feraceli zarif kadınlar inerdi. Ve de yakışıklı değil, güzel delikanlılar. Şair Nedim'in bir şiirinde "Serv-i revan" diye tanımladığı oğlanlar. (Şiirin ilk dörtlüğü: "Bir safa bahşedelim gel şu dil-i naşada / Gidelim serv-i revanım yürü Sa'dabada / İşte üç çifte kayık iskelede amade / Gidelim serv-i revanım yürü Sa'd-abada.")
60 metreden kendini boşluğa bırakan orta yaşlardaki adamın son ve kısa yolculuğuna vadiden koşarak gelen bir güvercin eşlik etti. Polisler geldi. Viyadüğün korkuluklarından aşağı baktılar. Başlarını salladılar. "Ölmüş" anlamında...
Onun adı Ahmet Körpüz'dü. 47 yaşındaydı. Karşıda, Pendik'te oturuyordu. Şişli'deki Handan Ziya Öniş İlköğretim Okulu'nda müdür yardımcısıydı. Okulun akçalı işlerine bakıyordu. Yani mali işlerden sorumluydu. Bir süre önce hesaplarında bir açık fark edilmiş ve hakkında soruşturma başlatılmıştı.
Lale Devri'nin en görkemli yıllarında Sadabad eğlenceleri dillere destan olmuştu. Her sarayda, kasrda, köşkte kuş sütünün bile bulunduğu ziyafet sofraları kurulurdu. Onlarca kişilik. Kağıthane Deresi kadar gür ve bol akardı mey testileri...
Ahmet Körpüz'ün cenazesi savcı incelemesinden sonra otopsi için morga götürüldü. Geriye bir eşinin hıçkırıkları kaldı: "Ne ailevi sorunumuz vardı, ne borcumuz. Tek derdi okuldaki o problemdi..."
Ve bir de Cahit Sıtkı Tarancı'nın dizeleri: "Mevsimin tam lale zamanı / Geçtim bir akşam Sadabad'dan / Koltuğumda Nedim divanı. / Sorma ne kalmış o hayattan? / Ne def-i gam eyleyen şarap / Ne mest-i naz... Sadabad harap. / Koca Nedim n'oldu o günler? / Dilde lezzet bunca mısraın / Söylemiyor nerde mezarın."