Bugünkü konumuz Türkiye'nin her geçen gün daha da çok kanayan ama "Tabu" olarak görülmesi veya algılanması nedeniyle tedavisi için pek çaba harcanmayan bir yarası.
* Ataköy'de dün sabaha karşı bir apartmanın 12'nci katından yere bir genç beden çakıldı. Annesine "Hakkınızı helal edin" diyerek pencereden aşağı kendini bırakıverdi. Lise öğrencisiydi.
* Erdemli'de beş gün önce bir genç avuç avuç ilaç içerek yaşamına son verdi. Lise hazırlık sınıfı öğrencisiydi.
* Yine beş gün önce İskenderun'da bir genç, polis babasının beylik tabancasıyla intihar etti. Lise çağındaydı.
* Ayvalık'ta üç hafta önce bir genç kız evinin arka bahçesinde kendini astı. Hem de doğum gününde. Lise öğrencisiydi.
* Yine üç hafta önce Malatya'da bir genç kaldığı yurdun bodrumunda iple tavana asılı bulundu. Dolabına bir veda mektubu bırakmıştı. Üniversite ikinci sınıf öğrencisiydi.
Kimisi için "Depresyon geçiriyordu" denildi, kiminin "Geçiş dönemi bunalımının kurbanı olduğu" söylendi, kiminin ölümü "Umutsuzluğa" veya "Yaşama sevincini yitirme"ye bağlandı, kimi de "Ailevi nedenler"e ya da "Ailesiyle iletişim kuramama"ya yorumlandı.
Sebebi ne olursa olsun, ölüm kadar soğuk bir gerçek var karşımızda: Türkiye'de en çok gençler (15-34 yaş arası) intihar ediyor. Yılda 350-400 arası olay. Yani her gün bir kurban! Genç intiharları ürkütücü tempoda artıyor. Ve nihayet intihar genç kuşakta trafik kazalarından sonra ikinci ölüm nedeni haline geldi.
Ama bu sorunla yüzleşmek yerine görmezlikten geliyoruz. Ve de geçiştirmek için bin bir dereden su getiriyor, akla gelebilecek her türlü -avutucu- gerekçeyi sıralıyoruz: Yoğun göçün yol açtığı toplumsal değişim, ekonomik sorunlar, ailevi nedenler, ruhsal problemler...
Ve her yitip giden her genç canın ardından "Ölülerinizi iyilikle anın" hadisi şerifini kalkan yaparak, bunu kurbanın ailesinin unutması, bizlerin unutturmaya çalışmamız gereken bir trajedi kabul edip hızla sayfayı çeviriyoruz.
Kişisel kriz değil, hastalık
Oysa 10 Eylül'ü "İntiharı Önleme Günü" kabul eden Dünya Sağlık Örgütü şöyle diyor: "İntihar artık bir tabu ya da toplumsal ve kişisel krizlerin kabul edilebilir bir sonucu olarak algılanmamalı. Psikososyal, kültürel, çevresel riskler ortaya koyan bir sağlık sorunu olarak görülmeli."
Bu konuya epey kafa yoran çağdaş Fransız düşünürlerinden Jean-Jacques Delfour ise "İntiharın ölümü arzulamanın değil, huzuru aramanın bir sonucu olduğunu" belirtiyor. İşte onun intihara felsefi bakışı:
"Hiç kimsenin asla intihar etmediği, hiç kimsenin asla intihar etmeyi istemediği, hiç kimsenin asla intihar ederek kurtulmadığı ne zaman anlaşılacak, ne zaman kabul edilecek? Çünkü hiç kimse hayatına son vermedi. İntiharı 'Ölümü arzulamak' olarak görüyoruz. Hayır. Ölmenin, ölümün ne olduğunu bilmiyoruz ki. Zira öldüğümüzde 'Ölmenin nasıl bir şey olduğu' deneyi yapamayacağımıza göre, o konuda herhangi bir bilgi sahibi de olamayacağız. Ölümü denemek, deneyi öldürmektir.
İntihar edenler aslında ölmeyi arzu etmiyorlar. Sadece artık acı çekmemek, acılarından kurtulmak, rahatlamak istiyorlar. Artık acı çekmemek bambaşka bir şey; pozitif bir olgu; huzura kavuşmak anlamına geliyor. Ama ne yazık ki, intihar edenlerin hiçbiri bu huzura kavuşamıyorlar ya da huzurun tadını çıkaramıyorlar. Çünkü hayatlarını yok ederek, aynı zamanda acıya son verecek ve huzuru sağlayacak olan baskıyı veya faktörü de yok etmiş oluyorlar."
Dün sabaha karşı Ataköy'de huzuru arayan gencecik bir çiçek kırıldı; duydunuz mu? Ve biz de Cahit Sıtkı Tarancı'nın "Bir Ölünün Ağzından" dörtlüğünü mırıldandık:
"Kabrime çiçek getirenlere gülerim / Gafil kişilermiş şu insanlar vesselam / Bilmezler ki bu kabirle yoktur alakam / Ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim."
Unutmayın; ölüme koşan gençler ölümün değil huzurun peşindeler. Onlara o huzuru geri dönülmez noktaya varmalarından önce vermenin yolunu aramalıyız.
Unutmayın; kopan/koparılan her taze çiçek, yitip/yitirilip giden her genç, Türkiye'nin geleceğinden bir şeylerin eksilmesidir.