Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ilk kez en keskin karşıtlarının bile takdirle karşıladığı bir çalışma yaptı.
"Türkiye'nin Yükseköğretim Stratejisi Taslağı" başlıklı 237 sayfalık rapor gerçekten alkışı hak ediyor. Çünkü ülkemizdeki yükseköğretim sisteminin olabildiğince tarafsız fotoğrafı çekiliyor, içtenlikle özeleştiri yapılıyor.
YÖK'ün bol verilerle desteklenmiş raporu hiç kuşkusuz akademisyenlerden siyasilere kadar ilgili tüm çevrelerde geniş biçimde tartışılacak. Tartışılmalı da. Ama taslağın yükseköğretimde kaçınılmaz reforma yol haritası işlevini görebilmesi, bu amaçla da mümkün olduğunca geniş bir mutabakat sağlanabilmesi için, tartışmaların siyasal değil, bilimsel zeminde yapılmasına mutlaka özen gösterilmeli.
Bize göre raporun en etkileyici bölümlerinden birini, yükseköğretimde kaliteyle ilgili tespitler oluşturuyor.
YÖK'ün "Türkiye yükseköğretim sisteminin en zayıf olduğu alan, kalite güvencesi konusu olduğu" itirafında bulunduğu bu bölümde bakın nasıl bir tablo çiziliyor:
* Üniversitelerimizde görevli 82.096 öğretim üyesinin yüzde 60'ı yabancı dil bilmiyor.
* Öğretim üyelerinin yarısına yakını (yüzde 46) bugüne kadar hiç yurt dışına çıkmadı.
* OECD kriterlerine göre bir öğretim üyesinin bilgilerini yenileyebilmesi, araştırma ve yayın yapma imkanı bulabilmesi için, haftalık ders yükünün 8 saati geçmemesi gerekiyor. Oysa Türkiye'de öğretim üyelerinin yüzde 73'ü bu sürenin 2-3 katını bulan eğitim yükü altında eziliyor.
* Üniversitelerimizin öğretim kadrolarının tümü, YÖK'ün kullandığı ifadeyle, "Gelir yetersizliği baskısını çok derinden duyuyor."
* Yeni teknoloji kullanımı yetersiz.
Öğrenciye not tutturarak belletmeye dayalı eski teknikler son derece yaygın.
* Toplam 82.096 öğretim üyesinden sadece 620'si yabancı. (Tabii onların da ezici çoğunluğu vakıf üniversitelerince istihdam ediliyor.)
Çare: Yeniden yapılanma
Dil bilmeyen, dünyayı tanımayan, yabancı akademisyenlerle diyalog bir yana "merhabası" bile olmayan, yurtdışı kaynaklardan yararlanamayan, eski eğitim teknikleriyle idare etmeye çalışan, geçim derdine düşmüş, aşırı ders yükü altında çökmüş kadroların, üniversiteleri araştırma merkezlerine dönüştürmeleri, bilgi üretmeleri mümkün olabilir mi? Daha önemlisi, bu kapalı ve yorgun kadrolardan kaliteli öğretim beklenebilir mi? Zaten raporda, üniversite öğrencilerinin neredeyse üçte ikisinin (yüzde 61.7'si) aldıkları eğitimi "kalitesiz" bulduklarının belirtilmesi de fazla söze gerek bırakmıyor.
Peki, çözüm? Elbette hızla çok sayıda ve kaliteli öğretim elemanları ile araştırma görevlileri yetiştirmek. Ama bunun için kaynak gerekli. Devlet bütçesinin imkanları -dünyanın hemen tüm ülkelerinde görüldüğü gibi- yetersiz kaldığına göre, üniversitelerin kaynak yaratmalarının ve özel kaynaklardan yararlanmalarının yolu açılmalı.
Bu da, YÖK'ten üniversitelere kadar tüm kurumların yeniden yapılandırılmasını, statülerinin, yetkilerinin, sorumluluklarının ve özerkliklerinin ona uygun biçimde tekrar düzenlenmesini gerektiriyor. Rapordaki tanımla, yükseköğretim kurumlarını "Girişimci üniversiteler"e dönüştürmekten.
Bilgi ve innovasyon çağına uygun, diploması dünyanın her yerinde iş kapılarını açacak üniversiteler yaratmanın başka yolu yok.
Microsoft'un kurucusu ve patronu Bill Gates şöyle diyor:
"İleri teknoloji şirketleri yatırım yapacakları ülkeleri artık vergi avantajlarına göre değil, innovasyon kültürünün, yetenekli ve donanımlı işgücünün varlığına göre seçiyorlar..."