Her şeyin modası olur ya, bizde en çok kavganın modası yaşanıyor. Meğer sırada tiyatro varmış. Haftalardır onun çıngarıyla yer gök inlemekte. Düşmanı Ahmet Hakan bile Çarşamba akşamı televizyon programını o dalaşa ayırdı.
Hırgürü ateşleyen ve harlatan yorumculara, "inceleme başlatan" -yani galiba konuyu komisyona havale eden- ilgili (aslında ilgisiz) bakanlara, tartışmanın bütün taraflarına gelin de sormayın:
"Tiyatro bu kadar önemli ve sorunlu idiyse, yıllardır aklınız neredeydi?" Ve de şimdi neden aydınlatıcı bir sonuca varılamıyor bunca tartışmayla?
Alanın deneyimli emektarı sıfatıyla söyleyeyim: Yaklaşımlarda püf nokta ıskalanıyor da ondan.
Sanki "ilerici" icracılarımız haldır haldır solumtrak temsiller üretmekte... Birden uyanıp öfkelenen "muhafazakâr" takım sağımsı sanat yaptırmak için kolları sıvadı...
Oysa öyle değil durum. Ödenekli kurumların repertuarları başörtüsü çağrışımlı her şeye oldum olası kapalı. Özel tiyatrolara devlet yardımında en büyük payları hükümete en çok dayılanan topluluklar alıyor. Ve başlarındaki kişiler protesto gösterilerinin ön sıralarında yürüyorlar "Sanata Özgürlük" pankartlarıyla.
Temel sorun bambaşka yerde.
Bakın, halkımıza tiyatroların hangi "mevzuat" çerçevesinde, kimler tarafından yönetilerek, nerede, ne zaman, nasıl, kaça hizmet sunacağını tartışırken birbirimize giriyoruz da, konuşulmayan tek konu var:
Halka NE verecekleri.
Tiyatro seçkincilikten en uzak sanat dalıdır. Seslendiği kitlelerle kaynaştığı zaman canlanır. Çeşitli kültürlerde doğarken el birliğiyle sergilenen gösterilerin bizdeki karşılığı köylerimizin seyirlik oyunlarıdır. Meddahımızı, Karagözümüzü, orta oyunumuzu yüzyıllarca kucakladı halkımız.
Gösteri sanatının toplum kişiliğinin güçlenmesinde ne yaman bir etken olduğunu sezen Mustafa Kemal, Muhsin Ertuğrul ve onların bilincini paylaşan Ulvi Uraz gibi öncüler kendi tiyatromuzu geliştirecek kaynağın yaratılması için alanın yazarlığını yoktan var ettiler.
O sayede bir altın çağ yaşandı. Dünya standardını tutturan temsiller çoğaldı. "Türk tiyatrosu var" diyebilecek duruma geliyorduk. Yazık ki toplum genelinde Batı maymunluğu ağır bastıkça öncülerin estirdiği rüzgâr kesildi. En verimli yazarlarımız ya öldü, ya küstürüldü. Necati Cumalı "Lanet olsun, bir şey yazdığımda kızıyorlar" dedi. Turgut Özakman'dan, Güngör Dilmen'den, başkalarından yıllardır ses yok.
İstanbul Şehir Tiyatrosunun bir yönetmeni bir yazarımızın adını vererek sormuştu bana: "Önüme onun yumurtladığı bir şeyle, Çehov'un bir oyunu gelse, hangisini sahnelememi beklersin?"
Anlamıyordu ki sanat kişinin statüko içinde makbul sayılanı değil, kendi malzemesini kullanarak yeni bir şey yaratmasını gerektirir. Vaktiyle Rus yönetmenler "Önüme bizim bir yazarımızın yumurtasıyla Shakespeare'in bir oyunu geldiğinde hangisini seçeceğim" deselerdi, ülkelerinden Çehov çıkamazdı.
Şimdi kurulacak komisyonlar sahte ideolojinin kavgasını yapmasınlar da, altın yumurtanın nasıl üretileceğini tartışsınlar lütfen.