Açık konuşalım. Günlerdir Dersim konusunda sürdürülen polemiğin konusu Dersim değil aslında. Atatürk tartışılıyor.
İyi de oluyor. Her şey ve herkes tartışılabilmeli. Çünkü bir konu için "Tartışmam, tartıştırmam" demenin anlamı onu akılla tartma sınavının dışında tutmak, din kadar dokunulmaz saymaktır.
Atatürk'ü beğenmek, sevmek, saymak? Evet. Atatürk'e tapmak? Hayır. Bir insanı Tanrı yerine koymaya kalkmak onu yüceltmez, abes kategorisine sokarak küçültür.
Bugünkü bağımsızlığımızı ve onurlu durumumuzu borçlu olduğumuz Büyük Taarruz'un mimarı Mustafa Kemal çok başarılı bir komutan, dâhi denilecek bir askerdi. Ama askerdi. O uğraşın eğitimini almış, onun ortamı içinde yarışarak yükselmişti.
Nedir askerlik ve komutanlık alfabesinin ilk harfi? Gereğinde ölmeye ve başkalarını ölüme göndermeye hazır olabilmek. Ameliyatların cerrahları kana duyarsızlaştırması gibi, saldırılar ve savunmalar da insan canını hiçe saymaya alıştırır askerleri.
"Kabul edilebilir zayiat" kavramı komutanlık uğraşının temel araçlarındandır. Savaş ortamlarında generallerin yanlarında bulundum. Harekâtta ölebilecek er toplamlarını nasıl birer sayı gibi değerlendirdiklerini gördüm. Acımasızlıklarından değil, kaçınılmaz olarak...
***
Belli bir şey: Mustafa Kemal de Dersim'deki isyan potansiyelinin giderilmesini gerekli görmüş, o yönde planlar yapmış, emirler vermiş. Bunu haklı önlem mi, feci hata mı sayacağınız bakış açınıza bağlıdır.
"Papa eleştirilemez" diye tepinen Katolik yobaz gibi kriz geçirmek ya da
"Atatürk'ün haberi yoktu, etrafı yapmış" özrüne sığınmak komik oluyor.
Tek adamlar
"etraf" kalitesinden ve icraatından da sorumludurlar. Mustafa Kemal'in katıksız egemenlik döneminde bozuk para gibi insan canı harcayan mahkemeler kuruldu, hapis cezasına itiraz edenlerin
"inadına" asıldığı oldu, Mareşal hatırına Nâzım'ın en verimli yılları kodeste geçirildi. Geleceğimizi uygarca biçimlendirme uğruna hepsini serinkanlılıkla tartışabilmeliyiz.
***
İnsan canına yeterince değer vermemenin estetik sakıncası da var. Gaddarlık çirkindir. Sevilesi Mustafa Kemal adına kaskatı
"izm" kemikleştiren,
"rap rap" vesayetine sırt dayayarak sömürü koyulaştıranlar her türlü sertliği de özenilecek özellik gibi göstermeye çalıştılar yıllardır.
Dokuz yaşındaki ikizlerimin gittikleri okulu beğeniyorum. Öğretmenleri başarılı, iyi niyetli,
"güler yüzlü Atatürkçü" insanlar. Ama
"hazır ol" komutlu törenlerden vazgeçemiyorlar. 10 Kasım töreni için de söylenecek şarkıların sözlerini bastırıp vermişlerdi çocukların ellerine. Aldım baktım.
"Ata'ya Saygı" başlıklı
"şiir" şöyle başlıyordu:
"Yeri göğü inletelim, bir yürekte birleşelim. Atamıza dil uzatan gafillere ders verelim."
Kıza sordum:
"Tamam da, bir yürekte birleşirken niçin inletiyorsunuz yeri göğü? Okşasanız daha uygun olmaz mı?"
"Bilmem" dedi.
Seçkinciliği, askerciliği, Batı kopyacılığını ilericilik diye yutturma çabasını sürdüren meslektaşlardan biri de geçen hafta
"Onuncu Yıl Marşı" nostaljisi ile icra-i zanaat ediyordu. O coşku kaynağımızın ünlü dizelerini bilirsiniz. Kızımın şarkısındaki inletmenin
"yer gök" hedeflerine iki hidrojen bir oksijen ekler:
"Sesimizi yer gök su dinlesin; sert adımlarla her yer inlesin, inlesin!"
Evet, tek
"inlesin" yetmez. Sert adımlar ve tonlarla dile getirilen o sadist temenninin bir keresi hıncımızı doyurmaz; haykırarak tekrarlarız.
Ne hıncıdır bu? Neye karşıdır? Yere, göğe, suya,
"her yere" mi?
Birbirimize olmasın?
Birazcık durup düşünelim de, sert özeleştirilerle kendimizi tartalım derim.
Ülkemizdeki iniltiler öyle azalır belki.